Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Aralık 2014 Pazartesi

MACAR GÜZELİ BUDAPEŞTE / GULAŞ


Bizim evde iki kız çocuğu olmamıza rağmen ailemden fiziksel yönlerimize ilişkin pek
yorum almadan büyüdük. Bu iyi miydi, kötü müydü, bilmiyorum ama başka arkadaşlarımın evlerinde  ebeveyinlerinin onlara " Dünya güzeli Kızım"  falan gibi hitap şekillerine şaşırır; en fazla "Sarı Kızım!", "Kuru Kızım!" gibi lafların duyulduğu  bizim evde bu konuda birşeylerin farklı gittiğini düşünürdüm... Zaten açık söylemek gerekirse iltifatın çok zor duyulduğu bir evdi bizimki ama  en makbulü "Akıllı Kızım!" dı- ki valla kırk yılda bir  söylenir - o da bana pek düşmezdi. Ben genelde hazır cevaplığımla hayranlıkları topladım. Galiba pek de değişmedi...


Buda tarafından Parlemento Manzarası
Fakat  gel gör ki, anlattığı Buhara masallarına hayran kaldığım ve halen onların kaydını tutmadığım için pişmanlık  duyduğum, kendisi adından  fersah fersah öte esmer olan  Babannem Pembe, beni arada "Macar Güzeli!" diye severdi... Bu bende çok iyi hisler uyandırırdı ama bir türlü de anlayamazdım,  Macarlar çok mu güzeldi ama ben kesinlikle güzel falan değildim, o zaman  Macarların güzelliğinin farklı bir yanı mı vardı? Bazen de soy sop hep Balkanlardan göçmen olduğundan  ve ailede çeşitli  hikayeler uçuştuğundan,  acaba Babaannem bir yerlerden bir de Macar ırkı dokunuşunu mu ima ediyor diye düşünmeden edemezdim.

İşte Macarlar konusundaki ilk izlenimlerim Babaannemin benim üstümde çocukken yarattığı bu ilginç duygular ve annemin Macaristan seyahatlerinden bana her seferinde getirdiği renkli, dallı, güllü tapılası Macar bluzlarından ibaretti. Annemler otobüslerle seksenlerde büyük olaylar yaratan Avrupa seyahatlerine çıkarlardı. Dönüşlerinde Macaristan hakkından duyduğum iki şey Budapeşte'nin  güzel bir şehir oluğu ve yemeklerin berbat olduğu olurdu. Annem "Bir tek Gulaş'ı biliyorlar başka da bir şey yok" deyip durduğundan geçen bayram Budapeşte'de ilk  yaptığım şeylerden bir tanesi haliyle Gulaş içmek oldu.Tarifini vermekse farz!

Nehrin Buda ve Peşte  olarak ikiye ayırdığı şehrin Buda tarafı oldukça yeşil ve korunmuş. İkinci Dünya Savaşı'nda zarar görmüş olmasına rağmen halen bu şehirde birçok tarihi bina görmek mümkün.

Biz Peşte tarafında kaldık ve Buda'ya yürüyerek meşhur Zincir Köprülerinden geçtik. Sonundaki aslanların dilleri yapılmayı unutulduğundan güya bu durum mühendisi İskoç Adam Clark'ın intiharına sebep olmuş.Yok öyle bir şey tabi ki, ama aslanların dillerinin olmadığı gerçek :)


Mathias Kilisesi
Buda tarafının Kale Tepesi, Dünya Mirası alanlarından. İçeride Mathias Kilisesi ve balıkçıların şehri o alandan korumaları nedeniyle yapılmıs Balıkçı Burçları  bölgenin güzel yerlerinden.

Ülkenin cumhurbaşkanlığının mütevazi binasının önünden neredeyse kapıya burnunuzu sürterek geçme imkanınız var. Askerlerin nöbet değişim törenleri çocular için ayrıca eğlenceli. Buda 150 yıl kadar Osmanlı hakimiyetinde kalıyor. Bu nedenle Buda tarafındaki Kraliyet Sarayı yerle yeksan oluyor.  Avusturya Macarisan İmparatorluğu zamanında tekrar yapılıyor falan.. Şu aralar sanat müzesi... Arkasından,  Osmanlı tarafından bir tabuta konularak tepeden atılan din adamı anısına yapılan (-ki sonra bu olayın esasında paganlar ve hristiyanlar arasındaki savaşa ait olduğunu okudum) Gellert Kalesini bu bölgede görmek mümkün. Tabii rehberimizden bu kısımları dinlerken kulaklarımızı açıp ancak istifi elden bırakmadan  hiç birşey olmamış gibi havalar bakma moduna giriyoruz!

Balıkçılar Burçları



Durumu düzeltmek için hiçbir endişesi olmayan rehber, ancak termal suların kullanımının ve bugün şehrin çeşitli yerlerinde var olan ünlü termal havuzlarını Türklere borçlu olduklarını söylüyor.. Hemen atlıyıveriyorum ( ne gereği varsa?)  " Bir katma değerimiz olmuş yani?"   Dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş, en az 40 çift avukat göz bana dönüyor.. "Üzülme Tuba! her ülkenin tarihinde bir takım kara lekeler var!"  diyor en kıdemli olan Amerikalımız! Hepimiz gülüyoruz.. Çünkü  şehrin 600.000 Yahudi'nin ölüme terk edildiği Getto mahallesini gezmek bu grubun programında yok!!!!






Buda tarafındaki Magdelana Kilisesinin kalıntıları.
Sıradan Macarlar Mathias Kilisine giremezmiş. Bu kiliseyi inşa etmişler.
Onu da 2. Dünya Savaşı almış...

Buda tarafındaki eski Gotik evlerin arasında yürürken güneş bize gülümsüyor ve  cadde üstüne taşmış  terasına bayıldığımız ve elimizdeki motların bize doğru yer diye işaret ettiği 21 Magnar Vendeglö'da (Fortuna Utka, 21 http://21restaurant.hu/eng/index.php )  öğlen yemeğimizi alıyoruz.  Akan burnumun tedavisi için tavuk çorbası ve arkasından  macar soğuk et tabağını ısmarlıyorum. Herkes memnun, herşey harika ta ki ben Macarların biberlerinin  acılığına ilişkin söylentileri önemsemediğimden tek hamlede taze koyu yeşil biber parçasını ağzıma atıp kulaklarımdan ateş çıkmasına kadar. Resmen dudaklarım şişti! Yani bu paprika meselesi de Türklerden geçmiş ama geliştirilmiş  versiyonları yakaladıklarını söyleyebilirim.









Buda sokakları


Akşamüstü aynı bölgede yeraltı zindanları, bazı mankenlerle canlandırmaların falan olduğu bir müzeye gittik. İdil'in pek hoşuna gitti. İçeride Kont Drakulanın bir süre hapsedildiği zindan ve onunla ilgili canlandırmalar öyle keyifliydi... İki Japon hanımla Osmanlı kavuklarını söyleşip kikirdedikten sonra gene yürüyerek kendimizi Peşte tarafına attık. Nehir kenarında yürümek  pek keyifli! Nehir kenarında vurulunYahudilerin anısına yapılan 60 çift demir ayakkabıları ve Küçük Prensin trabzanlar üstünde oturan heykelini görmek çok hoş.







Borsso Bistro "Ox cheek"





İlk dört gün ailecek Ibis otelde kaldık. Tipik, ucuz ( gayet ucuz) bir şehir oteli. Peşte tarafındaki gençlerin
takıldığı  sadece yayalara açık bir caddenin (Raday Utca)üzerinde. Bu caddde zaten onlarca lokanta var. İn istediğine takıl ama biraz seçici olmaya karar verip otelin yakınlarındaki Borsso Bistro'ya ( http://www.borsso.hu/ ) gittik. Kiralyi Pal Utca ( cadde) 14 numarada . Veee dana yanağı hikayemiz böylece başladı..  Macarlar yanak pişiriyorlar ve çok da iyi. Ama bu arada tabii bir Fransiz mutfağı ve dokunuşu vardı.  Böylesine güzel bir yemek yedikten sonra verdiğimiz paraların makullüğüne inanamazsınız. Istanbul meğer yeme içme konusunda ne pahalı olmuş.
Sonraki üç gün ise iş için toplantının yapıldığı Nova otelde kaldım. Buda tarafında veya nehrin kenarında kalmak istiyorsanız çok makul  bir seçim  olabilir.
Bunun haricinde Budapeşte için yapılacak top 10 'u  say derseniz şöyle sıralayabilirim;


Opera Binası
1- Opera  binaları çok özel. Gezmek için belirli saatlerde yapılan turlara katılın. Mini konseri dinleyin ya da akşam   gözünüze kestirdiğiniz bir performansı seyredin. Milli bestecileri Franz List'in eseri hele varsa hiç kaçırmayın.
2- Buda tarafındaki gotik evlerin arasında salının. Yukarıda bahsettiğim yerlere uğrayın. Royal Palace şu anda  Müze. Manzara bahçesi de harika. Parlemento binasını buradan görmek en güzeli.
Büyük Sinagog




3- Zincirli köprüyü yürüyerek geçin ve nehrin kenarında  Elizabeth köprüsüne kadar yürüyüş yapın. Ayakkabıları ve Küçük Prensi görün
4- Dünyann ikinci büyük Sinangogu ( Büyük Sinagog diye geçiyor)  Getto turunu da içine alan turla gezin. Hem kuyruk beklemez hem de kalan az sayıdaki musevi cemaatine mensup rehberinizden 2. Dünya Savaşı trajedisine sahne olmus Getto mahallesini tanırsınız. Pazar gününe denk gelirse cemaate destek amacıyla açılan pazardan çok güzel ufak  hediyelikler alabilrisiniz.




5-Çocuklu ya da değil hayvanat bahçesine uğrayın.   Doğa harika ve hayvanat bahçesi çok büyük, çok iyi organize edilmiş halde. İçinde bulunduğu şehir parkında da yürüyebilir çok yanındaki Kahramanlar Meydanından geçebilirsiniz. Hayvanat Bahçesinin çıkısındaki pastahanede meşhur cevizli Eszetehazy torta yiyin.

St Stephen Bazilikası
6- St Stephen Bazilikası Budapeste'nin en büyük kilisesi. Eger sporumu yapamadım diyorsanız kubbesine yürüyerek tırmanın. Tepeden şehrin manzarasını seyredin.
7-  Marka mağazaların yer aldığı büyük Andrassy caddesinde turlayın, sonra kara Avrupasının en eski metro hattı olan sarı hatta binerek geri dönün. Dünya mirası olarak korunuyor ve kapılar, bilet gişeleri çok şirin.






Hard Rock Cafe
8-Vörösmart Meydanına özellikle bir Cumartesi günü denk gelirseniz akşamüstü takılın. Kurulan büfelerden yerel lezzetleri tadın,  tezgahlardan ufak tefek alışveriş yapın, sıra sıra tahta masalı oturma yerlerinde kendinize müzik eşliğinde bir bira ısmarlayın. Zinhar meydandaki Hard Rock Cafe'de yemeyin ama  Rock yıldızlarından bazılarının güzel kıyafetleri sergileniyor..Sonra Vaci caddesine doğru yürüyüp ( bizim İstiklal caddesi misalı bir yer) benim için oradaki bir kaç ayakkabacıya uğrayın. Yerel harika ayakkabı markaları var.

9- Macar salamı tatmaya, paprika  ve örtü, buluz almaya Central Market Hall a gidebilirsiniz. Bir çeşit kapalı çarşı. Daha komiği benim gibi hint işi aksesuarlardan tütsülerden vs hoşlanıyorsanız bir iki bina yanındaki  aksesurarcı dükkana uğrayabilrisiniz. Taş malaları ( budist tespiği) harika!

10- Ben yapamadım ama termal havuzları pek meşhur! En güzeli Gelert Hotel'inki diye duydum.

Biarritz "Catfish Stew"
Oldu olacak bir de yeme içme listesi vereyim bari:
1- Yukarıda bahsettiğim   Borsso Bistro ( http://www.borsso.hu/
2- Buda gezisinin öglen yemeği durağı 21 Magnar Vendeglö, Michelin'den BIB Gurme Statüsü var hemi de;) (http://21restaurant.hu/eng/index.php )
3- Biarritz, Parlementerlere rastalayabilceğiniz güzel bir lokanta.  Hafta içi yakındaki antikacı dükkanlarına bakınır sonra Parlementoyu ziyaret edebilrisiniz. (http://www.biarritz.hu/ )







Gerloczy Kavehaz
4- Gerloczy Kavehaz http://www.gerloczy.hu/en/kavehaz.html. Harika öğlen menüleri var. Çok da hoş bir cafe. Bu arada yedikleriniz eritmek için  yakınlardaki Szabadsag Ter adındaki park ve Özgürlük meydanında tur atabiliriniz.  Sular çok entersan...Görünce ne demek istediğimi anlarsınız

5- Pata Nagra Tapas Bar, ( http://www.patanegra.hu/index.php?lang=en ) gittiğim en canlı,  zengin tapas barlarından  Fiyatlar süper. Yanak ve ördek denemeyi unutmayın.

Bu kadar yeme içme lafı ettik şimdi de biraz tarif verelim.
 
GULAŞ

Gulaşla  ilgili ufak bir araştırma yaptım  bu eski yemeğin en önemli tarafı etin kırmızı biber ise ciddi bir şekilde marine ediliyor olması. The Guardian'ın   makale yazarı Felicity Cloake Gulaş'ın orjinal tarifinde yer alan chuck of steak dedikleri sığırın kol  etinden ziyade dana inciğin daha çok yakıştığını söylüyor. Ve nitekim katılıyorum.  

600g Dana incik
3 yemek kaşığı tatlı Macar toz  kırmızı biberi
1 tatlı kaşığı  un
1 tatlı  kaşığı  tuz
1 tatlı kaşığı  çekilmemiş kimyon
2 yemek kaşığı   tereyağı
2 soğan, ince kesilmiş
2 adet taze yeşil biber, halka halka kesilmiş
1 adet limonun suyu
150ml krema (opsiyonel)
 
İnciği iri parçalar halinde doğrayın veya doğratın. Sonra eskiler kokmasın diye yaparmış siz bu sefer ağzınıza layık olması için bir kaseye koyduğunuz kırmızı biber, un, kimyon taneleri ve tuzu karştırıp bir yemek kaşığı kadar kenara ayrıdıktan sonra geri kalanını etlerle harmanlayın.  Bu arada Fırını 140 derece de ısıtın.
 
Diğer tarafta güveç ya da dökme tencerenizde terayağını ocakta eritin. Orta ateşte etlerinizi her tarafı hafifce pişecek sekilde eti pişirin kenara çıkartın.
 
Güvecin dibindeki et kalıntılarınından kurtulun. Çok az daha yağ ekleyerek soğan ve yeşil biberleri kavurun. Üstüne ayırdığınız  bir yemek kaşığı unlu kırmızı biberli  kimyonlu karışımı ekleyin. Biraz bunlarla kavurun sonra etleri buna ekleyin ve üstünü örtecek kadar su koyun. Bunu 2,5 saat fırında pişirin. En son limon suyunu da ekleyin ve et tamamen  lime lime oluncaya kadar bir yarım saat daha pişirin. Üsütüne parçalanmış haşlama patates ile veya krema ile servis  yapabilirsiniz. 
 
 




19 Ağustos 2014 Salı

The City ! New York! /Hindi

Ben tam bir Sex and the City hayranıydım..  Mutlaka daha önce yazmışımdır..  Benim sevdiğim tarafı hanımların arasındaki müthiş açıklık, samimiyet ve kendi gibi olabilme özgürlükleri! Yoksa ne ayakkabılar, ne de New York. Hatta ben New York'u son Kasım ayına kadar sevmezdim bile. Zaten çok gitmişliğim de yok ama kendimi köyden şehre indim misali  hissettiğim yegane şehir olmuştur. Sokakta yürürken çarpıp küfreden, agresiflikten birbirinin gözüne bakamadan yürüyen garip insanlar,  suç ve idrar kokan garip caddeler... Tam 2000 Eylül'ünde, yani  11 Eylül'den bir sene önceki hali buydu benim için New York'un. Nefret etmiştim... İki dostu görüp onlarla takılmasam şehirden her an kaçabilirdim bile... Herkesin yanlız olduğu kocaman bir kalabalıktı!

İnanın şehir değişmiş...Bence insanların ruh hali değişmiş son on dört senede... O şehir sanki dibe vurmuş ve tekrar bir ruh olmanın önemini kavramış. Dondurucu soğuğa rağmen bu sefer bana dost yüzünü gösterdi galiba şehir. Tabii belki de, dostlarımızı orada bulmamız da böyle hissettirmiş olabilir.

Fakat  Minneapolis'ten New York' a gelmeme rağmen gene bir "köyden indim şehire" ruh haline daha havalanında girdiğimi söylemem lazım.  Taksi ödemesini becermem, kavramam bile 10 dk  aldı.  İlk gunlerimizi ailecek New Jersey'de geçirdik.  Ulutin ailesi güzel, sıcacık bir oda hazırlamıştı bizim için,  bayıldık..  Sonra başladık gezmeye...




İlk gün meşhur bir Amerikan kahvaltısı edelim dedik.  İdil bir pancake hayranı. Bu nedenle Ridgewood'da yer alan Country Pancake Hause'a götürdü arakadaşlarımız bizi. Tıklım tıklım ama ününü hak ediyor açıkçası  www.countrypancakehouse.net...




Finnegans, Westwood NJ
NY'u gezmeyi hafta içerisine bıraktığımız için  kafasına NJ'in meşhur outlet mall'larına  takmış olan bendeniz, dişilerde salgılanan özel "alışveriş hormonu" nedeniyle kendimi mall'larda buluverdim.Zeynep'in mihmandarlığında önce Bergen Town Center sonra  Garden State Plaza 'dan vitaminlerimi ve siparişlerimi almanın verdiği rahatlama ile haftanın geri kalanını hepimiz  iyi geçirdik diyebiliriz.


Ödül herkese lazım diyerek bir akşamüstü çocukları ekip kendimizi  mahallenin Pub'ına attık. Çok uzun zamandır ayakta ıkın tıkın Pub muhabbeti yapmamış olduğumuzdan bu muhabbet pek iyi geldi.







NJ kocaman, derya deniz bir yer.. Esasında hayat hiç NY'ye geçmeden bile gayet iyi akabilir.  Yemek, içmek hoş.. Bir akşam Riveredge'deki Sanducci 'ye gittik hep bereber... Harika kocaman makarnalar yedik.. Tabakların kenarında uyuya kaldık.. Eee saat farkı adamı fena vurur...

Pazar akşamı West New York'da güzel bir Meksika loantasına gittik çoluk çocuk. Harika NY manzaraları yakalamak mümkün  buradan. Fotoğraf çekeceğim diye donarak içeri girdiğim için hemen bardaki Meksika kökenli barmenle margarita ve Türkiye muhabbetine girdik nedense. "Neredensin?"  lafının ardından bana ilk iş "Midnight Express" demez mi? Yüz metre öteden Meksika göçmeni  olduğu anlaşılabilen yüzü ve aksanı olan bu adama "Senin de insan hakları konusunda önde giden bir ülkeden geldiğin pek söylenemez, Gülüm !" demek geldi içimden .  Ama kibarım ve tatildeyim ya en fazla "Ben hiç Türkiye'de hapisanelerde tavus kuşu dolaştığını duymadım, görmedim... Geçenlerde yönetmen bile  "Yaptım ama pisman değilim" dedi.. Eh yani... " diyerek sırıttım. Artık arkada içkime tükürmemiştir umarım. Zira tadı pek güzeldi vesselam.

NY'a adımımızı atar atmaz kendimizi Hop On Hop Off otobüslerinde bulduk. Yürüyerek dolaşmak pek akıl karı gelmedi hiçbirimize. İstediğin durakta duruyor gideceğin yeri ziyaret ediyor sonra aynı duraktan binip turuna devam ediyorsun.  Pek şahane... Tabi bu arada aksanını anlayabildiğin bir rehberin otobüsüne düşmek pek mühim. Bizimkilerden biri Alman, biri Japon biri de Amerikalıydı... Fıkra gibi yani.



American Museum of National History
American Museum of National History çocuklar ve benim gibi hep çocuk kalmayı yeğlemiş olanlar için çok hoş bir yer. Dinazorlar, balinalar... Metropolitan Museum of Art ise gez gez bitmeyen dev bir okul adeta.

Ama bizim ana kız esas favorimiz MOMA oldu. Yarım günde sadece ikinci katını gezdik desem... Tabii dört bin metre kare olduğunu unutmamak lazım. Gel gör ki, Picasso'nun  keçisini görmeden döndüğümüz için halen içimde bir uhde kaldığını söylemem lazım.










Metropolitan Museum of Art
 
Sıfır noktası denilen Word Trade Center'ın alanı ve oradan sincapları ellerinizle beslediğiniz, Özgürlük Heykelini görebileceğiniz Battery Park'a bir yürüş hava ne kadar soğuk olursa olsun keyifli.. Financial District'deki takım elbiselilere turist halinle aval aval bakmak ise işin en eğlenceli yanı."Turistim ben ..Bak tatildeyim yani..." havalarında...


Battery Park
Biz Theater District'de kaldık. Bir akşam Broadway muzikali görmek adettendir. Bu nedenle biz de mutlaka bütçemizin yarısını bu biletlere vermeliz diye düşünerek Mamma Mia'yı görmeden gelmedik. Müzikal bence çok hoştu. Biletlere değer yeter ki içerde birşey içmeyin. O biraz acıklı oluyor!

Pastis
Bence Meatpacking District şehrin yükselen trendi. Dizayn oteller, hoş butikler ve güzel lokantalar. Buradaki Pastis'de bir akşam yemeğe yemeye mutlaka değer. Fiyatları da bana sorarsanız güzel. http://www.pastisny.com/












Benim diğer bir keşfim ise  Türkiyede pek rastlamadığım Pizette'ler oldu. Pidemsi pizzamsı bu pizallara pek bayıldım. Küçücük, süssüz  Il Forno Hell's Kitchen http://ilfornonyc.com/ bence tiyatro öncesi veya sonrası sıcacık bir yer. Pizette'lerınızı afiyetle ve cebiniz aşınmadan yiyebilirsiniz.











Bir öğlen ise yorgun argın  kendimizi attığımız Pigalle hoş bir Fransız çıktı diyebilirim. http://www.pigallenyc.com. Pigalle, Creme Brulee'si ve şarap soslu midyeleri  ile öğlen için fazla bile.. Yer bulunmayan bir mekan olduğuna göre galiba fena da tutulmuyor.

O perşembe  Şükran Günüydü.  Ve biz eşyamızı toplayıp NJ'ye Priceton'a geri döndük.  Esra'cığım kocaman bir Şükran günü sofrasıyla karşıladı bizi.  Hindi, tatlı patates püresi.. Ve gecenin sonu sucukla bitti. Türkler yakışır şekilde. Büyüklerimizin ellerini öpmeye bile gittik :)   Hakikaten ellerini öpünce Amerikalı yaşlı lady'ler bir kültür şoku yaşamadılar değil! Aaa ne yapalım biz de bayram böyle kutlanır  deyiverdik 105 çeşit  turtamızı yerken... Şükran Günü Amerika'ya gelen ilk göçmenlerin hasadı kaçırmaları ve fena halde aç kalmaları nedeniyle bu kıtada buldukları Hindi kuşunu çevirivermeleri, tatlı patatesleri ezmeleriyle gelenekselleşmiş bir şükretme günü.. Sofrada  o sene kime ve neye  teşekkürünü sunmak istiyorsan onu dile getiriyorsun.. O kadar hoşuma gitti ki! Şükretmenin gücü öyle yüce ki!

Esra ile saatlerce kurdukları platform Kanserla Dans'ı http://kanserledans.org/ konuştuk Şükran Gününde. Günün konseptine pek yaraştı. O ve Ebru birçok hastanın ve yakınının ablası, meleği olmuş! Hepimiz sağlığımıza şükrettik muhtemelen içimizden. Hepsinin gücüne dularımız güç katsın istedik!

Son akşamımızda ise Esra ve Gökhan bize senelerdir anlattıkları Philadelphia'daki Monk's Cafe'ye www.monkscafe.com götürdüler! Hiç ellerine ayaklarına üşenmediler  bir saat araba kullanarak hem de.. Çok eski, yüzlerce bira çeşidini bulunduran bu Pub'ın  güzel sohbetin yanında unutulmaz lezzeti dana yanağıydı.. Rezervasyon yok ayaktaki samimiyet hat safhada ama muhabbet tavana vuruyor!

Bunun üzerine bir hindi tarifi vermek geldi içimden. Münife Hanım'ın muhteşem mutfağından bana yadigar.. En "Elimi sürmem!" diyenin bile pişirebileceği kolaylıkta ... İşte Münife Hanım'ın hindi tarifi :

FIRIN HİNDİ:


Bir  adet en az 6 kiloluk hindi itinayla kasaba sipariş verilir. Mutlaka Kandıra olması lazım. Epilasyona özen göstermesi rica edilir! Gene de gelince ocak üstünde tütsüleme operasyonu yapılır. "Elin hindisiyle bu kadar samimi olamayacağım" diyenler marketteki donmuş hindilerden de alabilir. Ama lezzet taahhüdü aramayınız! Zira büyük bir hindinin tütsülenme işlemini ancak iki ikişi yapabileceğinizi de unutmayınız.
Sonra hindinin her tarafına güzelce yarıya kesilmis tam bir limonla masaj yapılır! Suyu üstüne sıkılır. Artık mayışmış olan hindi büyük boy fırın torbasının içerisine  yatırılmaya uygundur (Torbayı alırken dikkat!). Hindinin içerisine  kabuğu soyulmuş çok iri parçalara bölünmüş armut, elma, kabuğu soyulmuş kestaneler ve portakallar doldurulur. Yani temizlenmiş ve içi boşaltılmış bir hindi ile karşı karşıya olduğumuzu anlamışsınızdır. Fırın torbası  bir tatlı kaşığı un ile güzelce sallanır sonra içerisi hindi yerleştirilir . Torbanın içerisine hunharca diğer bir iki avuç soyulmuş kestane elma, armut ve portakallar atılır. Tepsinize ağızı torba klipsiyle kapatılarak yerleştirilir.  Fırın önceden en az 20 dk 180 derecede ısıtılır. Torbaya bir kaç çatal deliği açılır, şişince fırının üst ızgarasına değmememesine özen göstererek uygun yükseklikte tepsi yerleştirilir. İki saat bu sıcaklıkta hindinin kas durumuna göre arada pişme seviyesi kontrol edilir. Zira şimdikiler öyle çok da uzun sürede pişmiyor.

Sonra güzel arkadaşların ve ailenin varlığına şükredilerek, torba üstünden çıkartılıp sofraya konulur, malzemeler yanında sunulur. Servis için becerikli ellere devrolunur!

26 Ocak 2014 Pazar

LEFKADA , YELKEN / IUSTINIANUS

Meister von San Vitale in Ravenna.jpgHukuk Fakültesine giren tüm  birinci sınıf öğrencilerini bir Roma Hukuku korkusu sarar.  Güncellikten uzak gibi duran bu dersin esasında şu anda hayatımızın içerisinde olan Kara Avrupası Hukuku'nun temelleri olduğunu  tekrarlar durur zavallı hocalar ve kitaplar...Ve başrolde bir adam vardır o da I. lustinianus! Bu adam Corpus Uris Civilis'ı yazar veya yazdırır, genç  hukukçulara nasihatlar döktürür.  Gerçekten  V. yüzyılın sonları ve VI. yüzyıl başlarında  yaşamış bu İmparator  müthiş bir hukuk alimidir. Ama  birinci sınıf öğrencisi Tuba'nın tek derdi vardır Civilis "Çivilis" diye mi okunur yoksa "Sivilis" mi?  Gerisi nafile...Sonra bir gün okuduğum bir kitapta Justinyen adı geçer sürekli! Aaa!! ben de birden şarj eder, bu bizim lustinianus! İşte başka bir gözle yeniden tanırım onu!  O kocaman Roma Hukuk kitabı, niye bir zahmet esasında  meşhur hukuk temellerinin bu şehirde atıldığını söylemezmiş ya da biz mi anlamazmışız! Esasında Ayasofya'nın esbab-ı mucibesi olan bu adamın bu şehrin kaderini çizenlerden olduğundan niye bir kere bahsetmezmiş! Sonunda yaklaşık 1100  senelik  Konstantinopolis'i Jüstinyen sayesinde tekrar keşfediyorum! Büyük bir saygıyla   eğiliyorum eski sahipleri karşısında şehrin! Bu nedenle  Yunanistan'ın Ithaka adasının Vathi  şehrindeki küçük kafenin kasasıdaki adam "Are you from Konstantinopolis?" deyince hiç kızmıyorum, hiç art niyet aramıyorum,  kocaman bir gülüşle cevap veriyorum, hatta biraz gururla "Yes, I am from  Konstantinapolis!"

 
Yolumuzun üstündeki Yanya, zamanında Tüklerin
bol olduğu bir Osmanlı şehri!
Göl ve iklim harika!
Yunanlılar zaten artık kapı komşumuz, sınırlar önemini kaybetmiş sanki, cebinde vizen de varsa ne ala..Turkiye o tarafa akıyor. Hepimiz  sanki daha bir seviyoruz birbirimizi, serde kocaman bir Bizans, Osmanlı döneminde bu toprakları paylaşmışlık var... Ama bu sefer amaç ne yemek, ne içmek, ne de  kasadaki adamla politika laflamak... Bu sefer yelken öğrenmeye gidiyoruz, geçmiş senelerin tekne üstündeki cahillliğini, bilgisizliğini kenara atmak amaç.  Korku bilgisizlikten geliyor deyip korkularımızın üstüne gitmek hatta! Lefkada'dan teknemizi alırken işte böyleyiz hepimiz.. En küçüğünden en büyüğüne, en bilgilisinden en cahiline hepimiz mutluyuz ... Ilk dersimizi almaya başlıyoruz bile hatta halatlar daha çekilmeden...

 

Her limanda bir fırın!  


Lefkada'nın seçilmesinin bir amacı var.  O bölgedeki rüzgar ve deniz koşulları  yeni yelken öğrenenler için ideal.  Kapalı bir deniz adeta... Avrupada Yelken'den sevgili Serbülent ve Zeynep kanıma giriyor benim bahtsız yelken maceramı duyduyduktan sonra ve "Seni İon Denizi paklar" diyorlar geçen kış. Zaten onların işi bu! Yurt dışındaki destinasyonlardan yelken Flotila'ları yapıyorlar  ( www.avrupadayelken.com), ister kaptanlı ister kaptansız.
Syavota
Levkas dan çıktığımızda ilk durakladığımız yerden itibaren hep çok güzel deniz molaları verdik hem de yavaş yavaş sindire sindire yelken öğrendik. İlk gece bir bacağından karaya bağlanmış Lefkada  adasının Syavota limanında kaldık liman dediysem, bunlar küçücük ve genelde ailelerin işlettikleri iskele  yanı resturant tarzı  işletmeler, ama çok şeker....Tabii  ki daha ilk geceden deniz ürünlerinin tadını çıkartmaya başladık. Uzo ve güzel yerli şarapların da. İkinci akşam ver elini Kefolanya adası. Bu Ion denizin en büyük adası ve isim "Cephale" yani "Baş" manasına geliyormuş. En büyük numarası Truva savaşına giren  yandaki ada Itaka’nı kralı Odysseus'a destek vermiş olmaları!!! Adanın eline geçmediği devlet yok gibi, Roma İmparatorluğu, sonra  Bizans dönemi, Türk – Rus savaşından sonra Türkler, sonra Venedik Krallığı, iki yıl Fransızlar, hadi gene Türkler ve en son 1800’lerde 60 sene kadar İngilizler ve en sonunda Yunanistan tabii ki..Venedikliler tarafında yönetilmeleri sırasında özellikle sanat konusunda ada Italyan etkisine girmiş. Batılı yorumları tercih etmiş ve bu durum da sanata Yunanistan'ın diğer bölgelerinden farklı bir bakış açısı geliştirmesini sağlamış. 
 
 
İşte bu nedenle belki de, ikinci gece kaldığımız Fiskardo limanı insanın kendisini Yunan adasından ziyade İtalya'da gibi hissetmesine neden oluyor.   Lokantaların, dükkanların kalitesi  lokal sadelikten çıkıp biraz daha İtalyan şıklığına bürünmesi ve hatta menülerin farklılığı bile hemen göze çarpıveriyor.
Kefolanya Adasının Assos ve Mytos  tarafındaki denizin rengi  muhteşem ama sintinesiz yelken durumu fena...Açıkçası kalabalık yerlerde, denizcilik ruhunu pek benimsememiş kişilerin bu kuralı fena delmesine yol açıyor. Yüzerken tatsız misafirler görmemek için küçük, tenha koyları tercih etmekte yarar var. İnanılmaz bir denizaltı zenginliği var bu bölgede . Yanında Ithaki adasının bazı koylarında hayatımda görmediğim balıklar gördüm. Palet ve maske ile çocuklarla yapılan dalışlar, balıkları takip etmeler, herkesin heyacanla başka bir yaratık keşfetmesi benim  en sevdiğim kısım!  Bu balıklara bakıp bakıp sakın yalanmayın! Hatta bazılarınız bütün gün inatla Kavala'dan almış olduğu oltalarla çok ciddi caba da göstermiş olabilir! Ama bu denizlerin balıklarını tutmak için tek gerekli şey bence iyi bir zıpkın! Tabii becerebilene...
Kefolanya'dan sonra Odysseus'un adası Ithaka'da bir gece kalmaya karar verdik. Hedef Kioni! Aman ne mümkün! Akşamüstü saat üçten sonra özellikle İtalyanların bölgeyi basmış olması nedeniyle limanlarda bağlama yeri bulmak mümkün değil!
 
 
 
 



Olsun, biz de boynumuzu büktük ve Vathi'de kaldık! Çok da iyi ettik.. Bütün gün boyunca yelkenler açılmış, kapatılmış, rüzgar nerden gelirse ne olur diye kafalar yorulmuş, öğlen çoluk çocuk ( ve de Cumali:) )doyurulmuş,  deniz, güneş derken akşam o kadar açtık ki, bizi ancak Vathi'deki  Kholi pakladı. Adanın mantarları meşhur.. Ciğer gibi kızartıveriyorlar! Ve daha nice yerel mezeler...



Ertesi gün yelken yaparken artık teknedeki beyler  doğuştan denizci olduklarına kanaat getirmiştilerdi bile!  Ama deniz bambaşka!! Ruhundan dilinden anlamak gerekiyor. Aynı Serbü  ve Zeynep gibi.. Gerektiğinde yedi metrelik direğin tepesine çıkacak  yürek lazım efendim denizcilikte.. Yaaa??? İşte ben bunu yapan hanıma denizci derim esas:)




Ertesi günü küçücük Ataos adasındaki mağaralara dalıp kayalardan atlama yarışları yapıldı. Porte Leona'ya uğranıldı ve Kalamos yakınlarında alargada kalındı. Biz de gurubumuzun yogilerden oluşmasını kar sayarak hemen doğada bir yoga seansı patlattık.. İşte bu harika oldu...





Son gece ise çok şenlikli bir limanda kaldık... Porto Splia, sahilin üstünde yedik içtik, gece yarıları Fransızlarla edilen kavgaların hikayelerini  dinledik...Limanın üstündeki küçük köye tırmandık orada daracık sokakların arasındaki belki de en güler yüzlü ahaliyle selamlaştık...








 

Sonra dönerken Serbü'nün dediği gibi cebinizden tekne ahalisiyle başka hiçbir ortamda olamayacağınız kadar yakınlaşmanın keyfiyle ve belki de bilinmeyen taraflarımızın karşılıklı keşfiyle dönüyorsunuz. Yani senelerce arkadas kalsanız kimseyi teknedeki bir haftadaki dönemden daha iyi tanıyamazsınız... Biz de aynen öyleydik... 

Yunanlılarla hep bir "dost/ düşman" ruh hallerinde giden gelen ilişkimiz vardır. Hayatımda çok az düşmanım oldu. Hatta bir kaç seneye kadar hiç olmamıştı diyebilirim. Çünkü eğer birisinin bir yerlerde ister istemez tek taraflı veya karşılıklı olarak ayağına basmışsanız onun sizinle husumeti sizi o kadar da sarsmıyor, hınçlandırmıyor. Hatta hiç vazgeçmem, zaman içerisinde bu insanların mutlaka gönlünü de almaya çalışırım. Ama sırf siz "Siz" olduğunuz için sizden hoşlanmayan ve bu konuda  alınterinizle yaptığınız malınıza, mülkünüze  ve  sevdiklerinizle olan ilişkilerinizin dengesine, huzurunuza göz dikecek kadar hasta bir kişilik varsa (-ki valla varmış, bu karakterler filmlere özgü değil!) işte maalesef o,  dünya, ahiret kara listenin başında taht kuruyor.  Benim listem çok kısa ama listede yazanlar silinmeyecek kadar derin. Onlara kocaman birer teşekkür gönderiyoruz. Hayatımıza giren herkesin hayatımızda bir görevi var çünkü değil mi? Onların görevi de bu... Bize her ne gösteriyorlarsa o iyidir. Gel gör ki aşağıdaki tarif tabir-i caiz ise "Görevli"nin bana verdiği bir yemek kitabından...Nedense atmamışım... Ama tarif iyi, tarifin adı da :)
PASTA  ALLA PUTTANESCA versiyonu...

- 1 su bardağı siyah zeytin (ben kullanmadım bu nedenle " versiyon" diye tarifi adlandırdım)
- 1 avuç kapari
- 1 orta boy kase küçük boy çeri domates
- 4 diş sarımsak (ince kesilmiş)
- 8 tane ançuez
- Bol kekik
- Kırmızı pull biber

Zeytinyağını biraz bolca tutun... Mesela yarım su bardağı... Onunla sarımsakları çevirin. Zeytin tercih ediyorsaınız onları ekleyin (çekirdekleri çıkartacak elaman bulunması lazım tabii). Sonra hiç kesilmemiş domateslerinizi, sonra ançuezleri ekleyin. Ançuezler tamamen sosa karışsınlar, adeta erisinler. Kekik, pul biber ve kapari en son gelsin. Al dente makarnalarınızı süzün ve sosun içerisinde  karıştırıp kısık ateşte makarnanın sosu emmesine izin verin. Ben ançüez o kadar sevmem ama bu çok başka birşey oluyor tavsiye ederim.