Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

31 Aralık 2011 Cumartesi

Kremalansakta mı kalsak ?/ Creme de Cassis

Carine Roitfeld'in "Irreverent "kitabından
Geçen gün gene yaştan bahis açıldı. Çevremdeki bir çok arkadaşım, ben dahil bu sene ya 40'ına giriyor ya da girdi bile. Herkesin konuştuğu ( Allah için, gelen global kriz konusunun ardından, o kadar da light değiliz!)  ne kadar Karatay yapsak, botokslasakta mı çizgileri aşsak, kuaförde kaç saat daha az geçirsek ve ödesekte karamel rengi yakalasak?  Estetisyen olan arkadaşların adları konuşulur olur, yaptıran mutlu, yaptırmayan pişman değil  gibi gözükmeye çalışır.  Yiğitliğe el sürdürmemekle birlikte kafada binbir soru, acaba çok mu kötü gözüküyor kendi gözü, gö.ü veya göğüsü... Kadınların güzel kalması yolunda hissettikleri  baskı mahalle baskısının ötesinde ve taciz boyutunda. Bunu o kadar içselleştirmişiz ki baktığımızda gördüğümüz yüzü, vücudu her yıl geçtikçe nefretle seyreder olmuşuz.  Sürekli diyet  yemekler yemekle ne kadar üstün işler çıkardıklarını düşünen, gayet makul kiloda olmalarına rağmen sürekli şişman olduklarından bahseden, platformlarla yollara dökülüp  raşitik olmayı  göze alan adete hastalıklı  bir cins haline dönüşmek üzereyiz.   Kimseye değil önce kendime söyleniyorum tabii ki.  Üç haftadır güyya Karatay ( Tuba versiyonu) yapmaya çalışıyorum. Niye?  Fashion TV güzeli mi olacağım? 1.57 boyla biraz zor. Saçıma aldığım şampuanın doğal olup olmadığını anlamaya çalışan,  etiketini  satır satır okuyan ben  daha geçen hafta botoks yaptırıp yaptırmamayı sorguladım kendi kendime. Bu ne çelişki? Ve nereye kadar? Her geçen sene başka bir yer alarm vermeye başlıyor. Selilüetlerimi yok edecek sistemler diyorsun ya kılcal damarlarını patlatma riskini alıyorsun ya da nodüllerinin büyümesini, rejim yaptığında ise bazı hastalıkları tetiklemeyi, botokslarken yüz felci geçirmeyi, diğer ameliyat hallerinde olabilecekleri saymaya gerek bile yok.   Bir yerleri düzeltmeye çalışırken aldığımız risk oranı o kadar yüksek ki! Hiç bir şeye karşı değilim! Bizi gerçekten mutsuz ettiğine inandığımız yerlerimiz için estetik ameliyat olmaya hele hiç karşı değilim. Yirmilerimde ilk  parayı bulduğumda kaşık kadar suratımda atalarımdan yadigar Fatih Sultan Mehmet burnumu koşa koşa yaptıran bendim. Ama artık bakıyorum da taciz boyutu o kadar yüksek ki bu işlerde, gerçekten biz mi rahatsısız bazı yerlerimizden, yoksa rahatsız hissetmeye mi zorlanıyoruz ? İşte bu noktada çelişkideyim.

Geçen gün bir modacının söylediği bir lafı twitledim, "Kadının daimi olarak seksi olması ne gardrobuyla, ne de, üzücüdür ki, vücüduyla mümkün değil, birinden birini zamn geçtikçe uyarlamak zorunda. Ve hatta bana sorarsanız beş senede bir..." İşte durum budur.  Her seferinde daha gencini  bulan yaşlı erkekler, iş yerlerinde iltibas gören skinny  uzun bacaklılar, onu bırakın en basitinden kumsalda samimiyetle! yapılan göbek uyarıları tüm bunlar üstümüze kabus gibi çöküyor ve çizgilerimizin bize sunduğu  manalı yüzlerimizi sevmez oluyoruz.

Annemlerin zamanını hatırlıyorum, hepsi  etine dolgun, emzirmiş olduğu son derece belli,  hafif selilüetli kadınlardı..   Kırklarında annelerdi işte onlar.  Çoçuk doğurmuş, bakmış, çalışırken ayakta durmaktan belki biraz varisleri olmuş  ama bunları bir kere bile sorgulamamış, plajda birbirlerinin sırtlarına  havuç yağı süren zaten cilt bakımları limon, salatalık ve Nivea'dan öteye gitmeyen mutlu kadınlardı onlar. Hiç kimse bir diğerirni " Neden  36 beden değilsin ?" diye sorgulamıyordu. Uçuyor muyum bilmiyorum ama erkekler bile sormuyordu gibi geliyor bana.

Biz bence bu hale getirdik ortalığı. Benchmark ediyor adamlar liposakşınlı,  çıt çıt saçlının üstünde mini etek iyi durdu mu "Tamam bu daha güzel"  diyor. "Yav bu doğal değil diyorsun"  kimin umrunda. Kadın tüm işlemlerini riskini,  bazen finansmanını alıp yürüyüp gittikten sonra ona mı düşmüş  sorgulaması. O pakete bakıyor. Eee haklı!

Amsterdamda bir şey dikkatimi çekti, herkes pek doğaldı. Yüzyıllık t-shirtlerin üstüne giyilmiş eski hırkalar, iyicene bir yerelerden alındığı belli ama en az beş senelik ayakkabılı iş adamları... Ama çoğunun bir hobisi, bilgiye susadıkları bir ilgi alanı ve elinden düşmeyen kitapları var. Ben biraz derviş misali buldum bu durumu, iç dünyasını geliştirmeye çalışan ve şeklin öneminin olmadığını kavramış bir topluluk gibi gözüktü bana ve pek özendim. Tamam kabul ediyorum genetik olarak zaten şanslı bir topluluk ama ben gene de eminim onlar da daha iyi görünmek için çabalayabilirlerdi.  Bunu yapmaktan ziyade içsel dünyalarına yatırım yapmayı seçmişler gibi geldi. Helal olsun diyorum ve darısı başımıza.

Tüm bu Küzey Avrupa ırkı kadınlarını incelerden dikkatimi yemek öncesi içtikleri bir içki  çekti. ( Bak şimdi nerden nereye?) . Aynı şekilde bizim Nünü'de koştura koştura geldi Cenevre'den "Yav bir kokteyl içtim harika!  Duty free deki adamlara sora sora menşeini de buldum, Creme de Cassis." Kokteylin adıysa üstaddan geldi haliylen "Kir  Royal".  Bir de ekledi, "Creme De Cassis,   Avrupa'da gümrük birliğinin yani serbest mal dolaşımının yapılmasını sağlayan ilk Avrupa Adalet Mahkemesi kararına konu olma ünvanına sahip."  Şöyle ki; 1979 da Alman bir firma Fransa'da  yüz yıllardır imal edilen bu tatlı kuş üzmü likörünü ( ilk keşişler tarafından yapılmaya başlanmış) Almanya'ya ithal etmek istediklerinde  Almanya bu likörün alkol oranının  kendi mevzuatlarınde ne  yüksek alkollü içeçek ne de düşük alkollü içeçek tarifesine uymadığından bahisle ithalatı reddetmiş.  Bunun üzerine konuyu üşenmeyip Avrupa Mahkemesine taşıyan firma ilk Avrupa içindeki sebest ticaretin adımının atılmasını yarayan kararı almış. İşte bu ünlü likörü kadehe 1/4 oranında kadehe koyup 3/4 oranında da üstüne şampanya ekledinizmi oldu size Kir Royal.  Ama Nünü konuyu basitleştirip ( şampanya her daim buzdolabınız da olmayabilir :)  şampanya yerine bunu beyaz şarapla ikram etti bize. Ben de bir akşam aynı  seyi içine birazcık  soda  ekleyerek yaptım. İşte  size çakma Kir Royal! 

2012 değişim yılı!  Kimi diyor Kova yılı, kimi diyorki Astek takvimindeki döngünün  bittiği yıl, kimi de diyor ki sıfır noktasına geçiş dönemi Her ne olursa olsun bana hepsi artık insaniyet için  biraz değişme vaktinin geldiğinin  gösteriyor. Mesala finansal olarak müthiş bir krizin geldiği söyleniyor, iklim zaten ayvayı yiyor gün be gün...  Bize Tanrı bence artık bu maddiyat ve şekil üstüne kurulmuş dünyadan biraz  gözlerimizi kendimize, içimize,  kalbimize çevirmemiz gerektiğine işaret ediyor. Ben buna hatta  bir slogan bir geliştirdim " Back to Basics" . Karmaşık düzenden ve acaip savunma mekanizmalarından sıyrılıp en basit ahlak kurallarına dönmenin vakti geldi geçiyor.  Yalan söyleme (dürüst ol), haram yeme (çalma), israfa kaçma, sözlerini tut yani sadık ol ve bence en önemlisi kimsenin hakkına göz koyma.  Bu yılbaşı biz Kir Royale'lerimizi değişime kaldıracağız! Herkese iyi Yıllar!

27 Kasım 2011 Pazar

Varşova, Polish the Polite

Varşova old town
Bu ikinci sınıf başlıklarım beni öldürecek. Elimde değil, başlık için hep aklıma böye acayip ikilemler geliyor. Bunlar ikilemler de sayılmaz ya... Berbat oldukları kesin. Ben gene de onları seviyorum!


Varşova'nın sarayları (bu orjinal!) ve parkları pek meşhur

Chopin müzesinden

Ama bir yandan hakikaten öyle. Polonya'ya giderken açıkçası böyle bir toplulukla karşılaşacağımı düşünmüyordum.Gerçi koca İstanbul'un ortasında kalmış yegane birkaç Polonezle Polonezköyde yaşamışlık tecrübem de vardı  ve çok da hoş insanlardı ama sonuçta  çok uzun zamandır bu topraklardalardı ve ben Polonya'da kafamda yarattığım eski demir perde ülkelerinin insanlarının sert mizacıyla karşı karşıya kalacağımı zannediyordum.   Hiç öyle olmadı.  Bizi bir geçit töreni karşıladı şehirde. Şaka değil meğer 11.11 onların kurtuluş günüymüş. 1918 de çeşitli ülkelerin işgalinden kurtularak benim bilgimin aksine demokrasiye geçtikleri günmüş. Ta ki II. Dünya Savaşına kadar. Almanlar Polonya da üç milyon Polonyalı, üç milyon Yahudiyi öldürüp  Varşova'daki her bir evin altına dinamit koyup şehirde taş üstüne taş bırakmayınca gelen kurtarıcı Ruslar beraberlerinde komünizmi de getirmişler. Oysa ki,  bu gezimiz sırasında anladığım kadarıyla çok eski zamanlardan bu yana Polonyalılar krallarını seçimle başa getirerek, 1791 tarihinde Avrupada'ki ilk yazılı  Anayasayı bizzat kralları ve senato ile birlikte  yaparak oldukça demokrasiye yatkın bir ulus olmuşlar. Sonra seksenlerin ortasında ver elini çok partili seçimler, 12 partiye kadar çıkan kalabalık koalisyon hükümetleri. Çok çekmişler yani. II. Dünya  Savaşından sonra şehri eski tablolarına bakarak aslına uygun olarak inşa etmek zorunda kalmışlar.  

Tüm bunlar  bu ülkedeki entellektüellik seviyesini ve çalışkanlığın sebebini açıklıyor.  Bugün  oldukça soğuk bir ülke olmasına rağmen Avrupa'nın en büyük, elma, kiraz, frambuaz üreticisiymiş. Lahana, çilek, ve yaban mersini konusunda ise ikinci.  Gıda ihracatı ithalatını sollamış geçmiş yani.  İnsanları mütevazi  ve oldukça saygılı gözüktü bana.  Haa bir de fena halde Chopin hayranı hepsi. Doğrudur ne kadar gurur duysalar yeridir.  

Kızlar gezimizin ( anne ve kızlar, takım sağlam anlayacağınız) en önemli durakları tabii ki yemek içmek kısımlarıydı. Aramızdaki Varşova fatihleri bu konuda zaten gerekli hazırlıkları yapmıştı.   İlk geçe eski şehrin içerisindeki Ufukiera lokantasına gittik. Bu  kadar şeker ve zevkli dekore edilmiş başka bir lokanta uzun zamandan beri görmemiştim. Anladığım kadarıyla böyle bol çiçekli, dantelli örtülü lokantalar Varşova'da pek in! Denenmesi kesinlikle tavsiye olunan ördekten yedik.  Hakikaten güzeldi. Ama porsiyonlar büyük. Başlangıçta ısınmak için  kırmızı borscht (bildiğimiz borscht çorbasından biraz farklı!) çorbası içeyim derseniz ördek yarım kalabilir.

İkinci gece Rozana'ya ( http://www.restauracjarozana.com.pl/ ) gittik. Gene dekorasyon harika ve yemeklerde öyle.. Bu sefer  balık  yedim ama bu lokanta esas tatlılarıyla ünlü. Galiba resimler kendini anlatacaktır.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Bienal/ Bayram/ Şekerpare

Bir gün  Açık Radyo'da Şemsa'nın  ŞAHANE!! ( hakikaten bayılıyorum anlatışına) tariflerini dinleyerek araba kullanıyordum -ki konu Eraslan'la birden şekerparenin ne kadar güzel bir tatlı olduğu ve bu konuda kendine güvenen kişinin tarifini alıp programa çıkartmanın ne kadar hoş olabileceği fikrine geldi.  Aklıma derhal annemin şekarpareleri geldi.   Kabul günleri için veya bayramlarda  tepsi tepsi yapılan bu tatlının dayanamayıp üstündeki  fındıklarını yediğimden hep azar işitip dururdum. Bu şekerparenin dışarda yediklerimden farklı yumuşak olmamasıdır. Keserken hafif bir hışırtı gelir hatta kulağa.  Annemi  Açık Radyo'ya çıkartamadım ama tarifi  blogta vermek iyi bir fikir gibi geldi bana.Özellikle bayram vesilesiyle geçirdiğimiz şu günlerde...

Bu bayrama bayıldım ama.   Bu bayram müzeler açıktı. Hem İstanbul 12. Bienali'ni hem de İstanbul Modern'de Hayal (kadın!) ve Hakikat (erkek!) isimli  Türkiye'den Modern ve Çağdaş kadın sanatçılarımızın sergisini ziyaret ettim.  Hiç kıvırmıyacağım, gözlerim dola dola gezdim  sergiyi. Yetmiş dört tane, çoğu adını ilk defa duyduğum  birbirinden harika eserler yaratmış cesur, yaratıcı Türk Kadını. Serde feminislik var tabii! Gurur duydum hepsinin  kısa özgeçmişlerini okurken. İdil'le  beraberce gezmeye çalıştık ama bir saatin sonunda İdil pes etmedi değil. Bu arada 22 Ocak'a kadar açık  galiba sergi.

Bienal'e de ablamdan aldığım bir tiyo üzerine rehberle yapılan ziyaretlere katıldık. Ne kadar farklı oluyor herşey... Elindeki kitaptan ve broşürden okumaktan çok daha eğlenceli ve interaktif.. Garip garip sorular  soran tipler.. Herşeye dokunmak için fırsat kollayan ilkokul birinci sınıf formatındaki yaşını başını almışlar... Yani grup olarak gezmenin de eğlencesi bir başka.  Zannediyorum hemen hemen herkesin en çok şiddet içeren bölümü ilgi çekiyordur.  I. Dünya avaşından kalma mermi kovanlarıyla yapılan eser beni çok düşündürdü, özellikle kovanların üstündeki adete eve konulacak vazo edasındaki desenleri görünce çenemi yerden toplayacaktım. Bütün bu süs, püs,  özen adam öldürmek için. "Artistik savaş",  "Görseli gelişmiş katil" gibi garip tanımlamalar gelmedi değil aklıma.


Kurşun askerlerden  9 Ortadoğu ülkesinin ordularını oranlarını temisilen yapılan eser.
Tek sıra halinde olan Filistin!
İşte enfes şekerpare. Tarif anneden olunca haliylen "Annece" oluyor:

250 gr adlı adabınca Sanayağ ( Valla annem bu işin  sırrının yağ olduğunu söylüyor. Bilmiyorum Unilever bu durumdan etkilenir mi ama resmen başka margarinle yapılmış olanını da yedim ve doğruyu söylediğini anladım)
1,5 çorba kaşığı yoğurt
1 fındık tanesi kadar ( Bakar mısınız ölçüye ? :) karbonat
Aldığı kadar un ( Hadi bakalım çık işin içinden çıkabilirsen!  Tabii ki, kulak memesi kıvamına gelecek)
Yarım kase fındık

Sana yağını erit.  Biraz soğut içine yoğurdu koy karıştır sonra unu, karbonatı  ekle karıştır. Yağsız tepsiye top  yaparak üstüne birer fındık koy.  Pembeleşinceye kadar fırında pişir.

Şerbeti: 2 su bardağı  şeker 3 bardak suyu kaynat. Sıcakken ama hemen atesten inmiş haliylen pişmiş şekerparelerin üstüne dök. Ve mümkünse bir gece beklet.  Ve sonra beni an!!

23 Ekim 2011 Pazar

I amsterdam


 Neden bilmem ( belki de bilirim ama söylemem),   son dönemde anda olmak veya belki de bir başka deyişle anı  hissederek yaşamak gibi bir takıntım var.  (Daha öncede dile  getirdiğim üzere...)Günlük hayatın akışı içerisinde bunu yakalamak daha zor oluyor. Bu nedenle üç gün önce işte öğlen ne yediğimi hatırlamamak bana o kadar dokunmuyor ama  geçtiğim tatilimde veya bir önceki yıl başında veya doğum günümde ne yaptığımı  hatırlayamamak beni fena bozuyor. Bu nedenle gittiğim tatillerde, yeni şehirlerde  belki bir rüzgar veya  bir koku sayesinde durup "Ben burdayım" diyorum zihnimle. Ve bunu yaptığımda mutlaka o an, ya gene bir rüzgarla, ya da kokuyla veya nesneyle bana geri dönüyor. O şehirde o anda hissttiğim duygular uyanıveriyor. Bu da çok hoşuma gidiyor.  Amsterdam'da "anı hissetmek" hiç zor olmadı. Dokusu çok farklı bir şehir.  Yamuk ama pasta gibi evleri, kanalları, sokaklarda zaman zaman insanın burnuna gelen keskin  mariuana kokusu,  beklenmedik bir anda yanında bitiveren hızlı bisikletliler,  rengarenk çiçekleri hakkaten farklı duygular yaşatıyor insana.  Gitmeden önce çok çalıştık, oturup Google map'te tek tek gitmek istediğimiz yerleri işaretledik. Hava da öyle güzeldi ki, oturdugumuz her kafede garsonlar biz ne kadar şanlı olduğumuzu hatırlatıp durdu. Hakkaten şehir adeta bize göz kırptı.


Cafe Amsterdam
 Benim favori yerlerim Antikacıların bulunduğu cadde, ve Jordan bölgesi oldu.Ve kuşkusuz Van Gogh müzesi ( önceden  internetten bilet almak şart). Bir adam sadece 9-10 senelik ressam olup dünyaya böylesine sayıda eser bırabilir mi? Van Gogh resim yapmaya oldukça geç karar vermiş. Azmi hastalığından mı yoksa  böylesine çalışan beyin en sonun da kendini hasta mı eder? bir türlü karar veremedim. Sonu çok hazin.

Amsterdam'ın her tarafı old town. Hani "Bir old town'a ineyim" olayı yok.. Tabii şehir merkezine yakın kalıyorsanız. Biz NH Doelen  otelinde kaldık. Heryere yürüyerek dahi çok yakındı.  Bina dışarıdan eski ve pek havalı ama sakın kanala bakan ve en üst kattaki odalarda kalmaya kalkmayın. Benim gibi bütün gece kanala düşen adam kabusları görürsünüz. Çünkü  çok gürültülü, insanlar içmece ve bol bol bağırmaca...

İlk gece  Amsterdam'lı avukat arkadaşımın tavsiye ettiği Cafe Restuarant Amsterdam'a ( http://www.cradam.nl/ )  gittik. Biraz şehrin dışında. Kocaman bir deniz ürünleri tabağıi deniz kokan mis gibi istridyeler. Chablis desen zaten neredeyse  su parasına. Pek keyifli ve makul fiyatlıydı. Eski bir santral binasına kurulmuş kocaman bir lokanta.

Envy

İkinci gece  ise Envy isimli Michelin ödüllü bir lokantaya gittik.   Valla gruptan gelen sinyaller pek olumlu olmadı. Benim için ise  farklı bir deneyim oldu. Klasik bir kova burcu olarak yeni şeyler denemeye pek meraklı olduğumdan Dutch aksanlı garson kızların yaklaşık üç saniye içerisinde  anlattıkları İngilizce içeriklerden bir şey anlamayıp sırasıyla gelen küçük  tadımlıklardan oluşan menüdeki her bir yemeği keşvetmeye çalışmak bana pek oyuncul geldi. Sonrasındaki et ve balık ise  tamamen abartısız ve sade tabaklardı. Kısaca ben beğendim.  Et çok çiğ olsa da.Amerikalı olup onu pişittirmek lazımdı. Ama hiç birimiz yapamadık. Utangaç Türkler!

Çok hoşta bir peynirci bulduk  De Kaaskamer.
http://www.kaaskamer.nl/locatie_en_openingstijden.php?l=nl
Hollanda dan alıncak en güzel şey bence.
 
Bu tatilden iki dersle geri döndüm:
 
1- Her bit pazarını Portabello zannetme. Kadıköy' deki Rus pazarı da bit pazarıydı.
2- Bir arajmanda sakın kendini ikincil plana itme. Seni senden başka  kimsenin düşünmesini beklemek başkalarına da haksızlık.
Dersler Amsterdam tecrübemin acıklı olduğuna delalet edebilir. Ama değil, çok güzeldi. Özellikle yüzyıllık dostumla güneşin alnında, tapas barın kaldırım üstündeki küçücük masası başında ( http://www.tapasbarcatala.com/ ) kadeh tokuşturma halimiz, işte anın ta kendisi olarak kalacak bende..
Açılan kanal köprüleri

8 Ekim 2011 Cumartesi

ŞEBNEM FERAH/ FAVA


Kendisini 80'li yılların sonunda belki de 90'lı yılların başında Ortaköy'deki  Sis'de  sahne alışlarıyla hatırlıyorum.. Ama yalan olmasın ben bu tarih hatıırlama meselelerinde kötüyüm. Bildiğim odur ki, Şebnem'e de, o zaman ki  grubuVolvox'a da pek önem vermediğimdir. Rock seviyordum ama galiba Volvox beni pek açmamıştı. Tamamen kızlardan oluşan bir topluluk olması ben de her ne kadar bir artı puan oluştursa da gerisi pek gelemedi galiba. Sonra Şebnem büyüdü, biz büyüdük ve bir noktada benzeştik ve kesiştik. Onu sadece  sesi güzel bir  şarkıcı değil bunun ötesinde bir şair, bir ozan olarak görmeye başladım. Bülent Ersoy'un bir hikayesini duymuştum; Bülent  Hanım 80'li yıllarda stüdyoya giriyor ve stüdyodaki  adamlardan biri kendisine sürekli veyanlışlıkla "Bülent Bey!" diye hitap edip duruyor. Buna çok bozulan Bülent Hn "Kürkümünü getirin, okumiyciiim" diyor.. İşte böyle bir kavram var benim gözümde de... Şarkı söyleyenler ve okuyanlar. Şebnem  söylemiyor, okuyor. Pavarotti de söylemiyor okuyordu Bu da onun gibi bir şey... Yazdığını okumak ise  çok ayrı.. Kalbinizden gelen sözleri dışarı vurabilceğiniz bir sesiniz olduğunu düşünün... Ahhh ne içten bir haykırış...  Herkese nasip olmuyor haliylen. 16 Eylül Cumartesi akşamı ailecek Şebnem'in konserine gittik. Hepimiz bir ağızdan şarkılarını söyledik.  Fakat komik olan bir sahnede her daim yangın çıkar mı? İşte bizde çıkar.. Dekorasyon amacıyla konulan mumların sahnede tutuşturmadığı şey kalmadı.. İki de bir sahneye çıkan görevliler tutuşan kısmı söndürmeyi akıl ettiler de tüm mumları söndürmeyi akıl edemediler. "Dans pisti" şarkısında geleneksel olduğu üzere  Şebnem  seyircilerden birini dansa davet etti. Gelen genç,  bence komiklik olsun diye belki de biraz heyecandan,  dansın sonunda Şebnem'in elini öptü ve sonra da alnına koydu.. Ve tabii konserin sonuna kadar çeşitli zamanlarda da zılgıtı yedi; "Aşk hayatının bundan sonra iyi gitmesini istemiyorsan hiç bir kadınının elini alnına koyma" dedi haklı olarak Şebnem ama en kibar, en samimi ve en güzel Türkçeyle.. Diksiyonu harika, tane tane...Ben üzüldüm garibana... Galiba komikliklerimizin sonuçlarını iyi öngörebilmemiz lazım. Ben de yapıyorum aynı şeyi bazen. Komik olmak adına...

Tüm bunların Fava ile ne ilgisi var diyeceksiniz. Valla yok. Sadece Thassos ile ilgili yazım çok uzun olduğundan istediğim ve yaz bitmeden -ki şu anda sanki yazın son akşamını yaşamaktayım, açık havada geçirebildiğim belki de son akşam- mutlaka fava tarifini nedense vermek istedim. Ufak bir ayrıntı Yunanlılar favayı ılık ve daha lapa kıvamında ikram ediyorlar. Üzerine, çoban salatası veya yanına soğan, zeytin , kekik  ile servis  ediyorlar. Bu arada fava tarifininin çok benzerini sarı mercimeğe uygulayabiliyorlar veya  bakla favasının içine biraz sarı  mercimek ekliyebiliyorlar.

Ben favayı çok sonra öğrenenlerdenim. İstek üzerine....Tarif kayınvalideme ait. Eee, haliylen istek insanın eşine ait olunca tarifi vercek mercii de baştan belli olmuş oluyor.

FAVA:

1 büyük bardak ( belki de kahve kupası) kuru bakla iyi yıkanmış ve süzülmüş
1 adet iri kuru soğan ( pembe ya da beyaz)
1  kahve kaşığı tuz
 5 adet kesme şeker


Selanik'ten fava esintileri

Soğan küp küp kesilerek   bir çorba kaşığı zeytinyağında  kavrulur ( kapağı kapatmayı unutmadan) sonra baklalar eklenir onlar da biraz çevrilir. Sonra üstü örtülecek kadar su, tuz, ve şekerler eklenir. Arada sırada karıştırılarak tüm baklalar eriyinciye kadar pişirilir. Gerekirse arada su ilave edilir. İyi favanın sırrının hafif altının tutturulması olduğu tiyosu verildi bana. Eğer pütürlü bir hal aldıysa hemen el  blender'ı devreye sokulur hafif ıslatılmış servis tabağına ılık ve likitken dökülür. Sonra da buzdolabına.. Ben bu yaz ilk defa küçük kaselerde servis ettim. Hem de tatlı kaşığyla.. Üstüne taze değil kurumuş dereotu koymayı tercih ederim.  Can benim değil mi? Ama bu sefer taze biberiye dalları diktim. Daha ziyade dekoratif amaçlı. Fena da olmadı ama. Yapılan buysa söylenen de bu olmalı değil mi?






4 Eylül 2011 Pazar

Thasos

Geçmiş ve bugün arasında sadece tek bir gün var gibi. Yattık kalktık ve bugün oluverdi, hem de yirmi yıl öncesi bile. Çocukluk ve gençlik yıllarımda yaz aylarını geçirdiğim yazlığa gittiğim de aynen böyle hissederim. Komodinin üstünde duran tahta Pinokyo, küpelerimi koyduğum seramikten yapılma banyo yapan Snoopy ve en önemlisi plastik Kızılderili bebek… Çekmecede sanki dün yazılmaya başlanmış gibi yepyeni duran Hatıra defterim ve içine arkadaşlarımın yazdıkları komik ama içten anı yazıları sanki bana geçmişi çok yakın hatta belki de hiç geçmemiş gibi hissettirir.
Thassos Ilio Mare Hotel kumsalı
Kavala’nın kuzeyine Murat’ın anneannesinin göç ettiği köye doğru yol alırken “Eğer o da yanımızda olsaydı aynen böyle hissederdi herhalde” diye içimden geçirirken birden bana cevap verircesine Beyonce’nin “I was here” şarkısı çalmaya başladı.. Tüylerim diken diken oldu. Gel gör ki, yanlış köye gitmekte olduğumuzu görüp anneanne bizimle biraz eğlenmek istedi herhalde, “Çocukların şevki kırılmasın” dedi. Neyse, bir daha ki sefere bulacağız inşallah! Zira İstanbul da yanı başımızda köylümüzü bulduk bir akşam… Şaka gibi.. O bize esas köyün yerini gösterdi. Adlar değişince harf hatası yaparak haritadaki benzer isimli bir köye gitmişiz meğer… Kader!
Aile dizinine göre göç etmiş ailenin torunları, çocukları bu travmayı üstlerinde taşır, kaderlerinde kısır bir döngü gibi yaşayıp dururlarmış. Benim de ailem göçmen olduğundan bazen yaşadığımız acayip gayrimenkul problemlerini buna bağlarım. İşin içinde mutlaka bir mitsizim olacak! Oysa ki, İstanbul da gayrimenkulü veya kiracısı bulunduğu evi nedeniyle davalık olmamış veya problem yaşamamış insan , aile çok azdır herhalde. Bizim sistemimiz böyle olmaya devam ettiği sürece olsa olsa gelecek nesillere travmalar bırakmaya devam edeceğiz... Eğer aile dizini doğruysa tabii.

Ilia Mare tavernasından kızarmış ahtopot

Köyümüzü bulduğumuzu zannettikten sonra Keremoti’den neredeyse yazın yarım saatte bir kalkan feribota binerek Thasos adasının yolunu tuttuk. Ada’nın çevresi doksan km. Çok yeşil ve çok bereketli bir ada. Maden açışından da çok zenginmiş, mermer ocaklarından Aya Sofya’ya taş gönderildiğini ve insanların adaya altın bulmak zamanında göç edip köyler kurduğunu okudum. Hatta bizim iddiamıza göre adanın ismi “Taş” tan geliyor olsa gerek. Gerçi bu konuda rastladığımız bir ibare pek yok gibi. Zaten adanın Osmanlı’nın elinde kaldığı dönemler elimizdeki rehber kitaba göre en karanlık ve acıklı dönemi yansıtıyor. Koca bir imparatorluktan gelmenin de öyle bir yanı var.. Malta’da, Hırvatistan’da, Mısır’da hep aynı… Osmanlı deyince hiçbir şey olmamış gibi havalara bakmaya başlayıp duruyorsun.. Bu işler ben TC vatandaşıyım demekle kapanmıyor. “Türk” dedin mi herkeste bir kaş göz oynama belirtileri görülmeye başlanıyor. Oysa ki biz kendimizi avutup duralım “ Ay vallahi yemeklerimiz bile aynı” . Eh aynı da adamın niye tiki tutuyor... Sana hizmet eden garson niye acılı acılı babasının Samsunlu olduğunu söylüyor. Sen hiç Yunanca konuşamazken o yarım yamalak Türkçesini patlatıyor. Bu işlere bazen fazla naif yaklaşıyoruz galiba…
Thassos da Neos Prinos koyundaki Ilio Mare Hotel’ de (http://www.iliomare.gr/#nointro)  kaldık. Tahmin edileceği üzere booking.com da gözüktüğü kadar hoş odaları yoktu. Ama üzerinde bulunduğu koy ve deniz hakikaten fotoğraflarda bile yalan söylememişti. Çeşme’deki Altınkum plajı benim gözümde Türkiye’nin en iyi denizlerindendir. İşte Altınkum’un denizinin daha sıcak olduğu bir koyu düşünün. İnce ve beyaz kumlar…. Otelin denize bu kadar yakın olması ve tavernasının ve kafesinin kumsalın üstünde yer alması odalar da yaşanan hayal kırıklığını bir anda alıp götürüyor. Kahvaltılar da gayet iyiydi.

Theologos

Bir gün adanın etrafında turladık ve adanın esasında gayet iyi bir yerinde aldığımızı bazı koyların üst üste insan ve İngiliz turist tatmin etmek amacıyla yapılan kafe ve lokantalarla yan yana dizilerek karaktersiz bir hal aldığını gördük. Ada halkı eskilerde korsan istilalarından ötürü aslen kara tarafında konuçlanmışlar. İki eski köy bence kesinlikle görmeye değer Megalo Kazaviti, Mikro Kazaviiti. Bu arada ilginç olan şeylerden bir tanesi Kavalalı Mehmet Ali Paşa çocukluğunu bu adada geçirdiği için Mısır valisi ve daha sonra bağımsız Mısır’ın kurucusu oldu dönemde adanın Mısır yönetimine girmesini sağlaması. Onun kaldığı köy ise zamanının ada için adeta baş şehir vaziyetindeymiş, Theologos. Burası da bir akşamüstü ziyaret edilmeye değer. En güzel geleneksel evler bu köyde yer alıyor.





Thasos (Limenas) şehri
  Adanın Thasos şehri akşamları çok hareketli, lokantalar, kafeler, dükkanlar çeşit çeşit ve her türlü keseye hitap eden versiyon bulmak mümkün.

Thasos daki Simi lokantası
 Biz Simi adlı bir lokantada takıldık. Hem keyifle düşenmiş hem de kalabalığı ile insanı iyi bir yer olduğuna ikna eder bir haldeydi. Balık’tan tutun musakkaya kadar her şey var.

Bir başka akşamda yanındaki Platanakia tavernasına gittik daha lokal gözüken bir mekandı bence karides saganaki ( domates soslu yemeklere bu adı veriyorlar) ve kalamar dolma başarılıydı. Ama şarap konusunda kesinlikle garsonların tavsiyesini dinlememek gerektiğini öğrendik. Kendi kafalarına göre muhtemelen ucuz şarapları turistlere elden çıkartmaya çalışıyorlar. Bir de üstüne yapılan Kıbrıs problemi muhabbeti eklendi mi yatak insanı fena halde çeker hale geliyor.












Ada’nın Skala Marion koyu benin çok hoşuma giden yerlerden oldu. Sessiz sakin, otelin yer almadığı ve aslen balıkçı teknelerinin bulunduğu bir koy. Ama denize girmek ve hemen yanı başındaki lokantalarda denizin üstünde uzun uzadıya bir öğlen yemeği yemek mümkün. Buradaki balıkçılar hem daha yerel hem de anladığımız kadarıyla daha fazla balık çeşidi bulunduruyorlar. Adını bile hatırlayamadığım güzellikte balıklar yedik Barba Angelo."Annem bu sabah pişirdi” derken bizimle dalga geçtiğini zannettik lokanta işletmecisi kardeşlerin. Fakat dondurma almak için buzdolabının anahtarını tırım tırım aranırken Anne arka mutfaktan çıkıp anahtarı cebinden çıkartıp vermez mi? Eee ne de olsa eski kadın, koynundan çıkartmadığına dua etmek lazım. Bu arada anladık ki hakikaten Anne pişiriyor mezeleri ve balık çorbasını. Oğlanlar ise ızgara ve servis işindeler. Halleri pek hoşumuza gitti.

Diğer bir lokanta ise bize Kavala’da tavsiye edilmişti. Gene doğru lokanta olup olmadığında emin olmamakla Skala Potamia 'daki Krambousa Tavern. Gene adını bile bilemediğim ( güzel yanı da bu değil mi?)  balığın lezzetine doyamadığım ve yanımdaki sinekkuşu'yla flört ettiğim bir yemek oldu. Ben ona çok hayran  oldum ama o bana olmuş mudur bilemem? Pek de önemli değil. Beni mutlu etmesi yeter.

21 Ağustos 2011 Pazar

SELANİK/KABAK KIZARTMA


Zübeyde Hn'ın odası.



Bir Türk Kadını olarak gönlüm onunla!!

Kavala'dan E90 veya A 2 ( bu rakamlar çok önemli ihtilaf konusu olabilir aranızda!) yoluna girip Selanik yönünde yol almaya başladıktan yaklaşık 160 km yani iki saat sonra kadar görenlerin  İzmir'in küçük bir örneği olarak nitelendirdiği Selanik'e ulaştık. Pazar ve sıcak olması nedeniyle sokaklarında in, cin top oynanan Selanik için mümkünse 1/25.000 ölçekli bir harita almayınız! Şehir her ne kadar ayrıntılı ve büyükçene gözükse de esasında size lazım olan ana artelleri gösteren en fazla 1/50.000... Yoksa siz sahip olmanız gerekirken size sahip olan bir haritayla karşı karşıya kalabilirisiniz! Otele yerleşmeden önce ilk işimiz
Atatürk'ün doğduğu evi ziyaret etmek oldu. Her daim açık. Konsoloslukta aynı mekanda yer aldığı için  bir kişi mutlaka nöbetçi kalıyormuş. Eşyalar maalesef orjinal değil. AtatürkünAnadolu'da kaldığı yerlerden getirtilmiş .
Duvarlarındaki yazılarla ve resimlerle biraz tarih bilgimizi, biraz da milliyetçilik tarafımızı kabartıp oradan ayrılıyoruz. "Suyun öte tarafından" olmanın verdiği gazla soluğu otelimiz Electra Palace'da ( http://www.electrahotels.gr/electra-palace-hotel-thessaloniki/the-hotel ) alıyoruz. Şehrin en orta yerinde tam bir şehir oteli. Abartıdan uzak.. Deniz manzarası insanda sonsuzluk hissi veren terası benim çok hoşuma gitti. Öğlen otelin baktığı meydanda bir nevi çöp şiş olan Souvilaki 'lerden yapan bir fast food lokantasına girdik. Köfteler iri ve ve lezetli.. Eğer açsanız yogurtlu olanı deneyin. Ayrıca garsona da adlı adabınca " "yoğurtlu" deyin havanız olsun.



Arkeoloji Müzesi



Akşam üstü arkeoloji müzesine gittik. Bilin ki benim gibi oteldeki dergide müzenin ismini Acropolis Museum olarak okuyup taksiye de böyle söylerseniz sizi şehrin sur duvarlarının dibine bırakıvermeye çalışıyor. Oysa ki, gidilmesi gereken Archeology Museum... Bir de pişkinlik yapıp " İşten anlamayan taksi şöförü" diye sakın söylenmeye kalkmayın. Aile eşrafının hışmını üstünüze çekmeyin. Müze çok zengin... 2-3 saat rahat geçirmişizdir. Bahçesindeki kafein seviyesi tavan yapan frapemizi yudumlayıp bir kat daha dolaştıktan sonra tabii ki otelde dinlenmek farz oldu.





                       


 Akşam otelin bulunduğu meydandan yukarıya doğru yürüdüğünüzde sol tarafta kalan adeta balık pazar görünümündeki mekanda tavernalardan birinde akşam yemeğimizi yedik. Çok özel değildi bu nedenle ismini vermeye gerek yok. Ve klasik olarak cacık ve kabak kızartmamızı ilk etap söyleyiverdik. Kime sordumsa bu kızartmanının nasıl böyle çıtır çıtır olduğunu bana kimse anlatmadı. Anlaşılan Yunanistan'da fikri hakkı koruma bilinci oldukça gelişmiş! Tarifler süper gizli... Her neyse, ben durumu en sonunda bir yemek kitabı alarak çözdüm.

Ertesi gün de Meryem Ana Yortusu olması nedeniyle gene bomboş olan Selanik benim nezdimde "Sessiz Selanik" ünavını aldı. Ve nefis pastahaneleri ( zira burada tüm yaşlılar kabul günlerini pastahaneler de yapıyorlar anladığım), İzmir misali güzel ve bakımlı kızlarıyla, nefis gün batımıyla ve tabir-i caiz ise kordon boyuyla Kavala'ya nazaran çok daha beni kendin bağlayan bir şehir oldu.

Tüm engellemelere rağmen elde ettiğim kabak kızartmasın tarifi aşağıda



KABAK KIZARTMA
Malzeme:(5 porsiyon)
1 kg kabak (irilerinden)
1 su bardağı bira
2 su bardağı un
kızartma için yağ
tuz

Kabakları yıkayıp ince ince dilimleyiniz. Kabak dilimlerini
tuzlayarak bir süzgeçte bir saat kadar süzülmeye bırakınız.
Un ve birayı biraz tuzla karıştırarak yoğun bir karışım
hazırlayınız. Bu karışımı yarım saat dinlendiriniz.
Kabak dilimlerini teker teker sosa batırararak çok kızgın yağda kızartınız.
Cacaık ile sunabilirsiniz.


13 Ağustos 2011 Cumartesi

Kavala / Cacıki

Bundan  heralde en az on sene önce Rodos  adasına gitmemizle başladı Yunanistan maceramız. Maalesef  güney sahilllerimizde bulamdığımız korunmuş bir yerellik, sadelik, temizlik ve yeme içme konusunda ucuzluk bulmuştuk. Biz karı koca lüks resortların adamı değiliz. Lokal yerlerden, keşfetmekten ve yerel mutfaklar tatmaktan hoşlanıyoruz. Kısaca deniz kenarındaysam bir zahmet çiflik çipura yemeyeyim artık! Ama yok, biz de öyle köfteden kebaba hatta pizzasından English Breakfast'ına kadar herşey bulmak mümkün ama iki  denizden yeni çıkmış balık bulmak mümkün değil. Buldun mu da cüzdanı bırak çık. Kapıda 4x4 lerin toz duman içerisinde park ettiği bir balıkçıya gelmişşin demektir. Çok iyi hatırlıyorun hayatımın en güzel karides tavasını Rodos'ta bardakları aynı olmayan bir sofrada tattım ben. Sevis yapan amca seksenlik, masa örtüsü ise kağıttandı. Ama adam balıkları buzlukta gösterdiğinde "Çiflik değil, değil mi?" diye sorduğunda dövecek gibi bakıyordu. Bu arada Saragoz'un nesi çiflik olacaksa? Bendeki cibilliyetsizliğe bakın.


 O gün bugündür biz vize durumuna takılmazsak kendimizi adalara attık.  İdil'in  bebek hali bizi  birkaç sene üst üste Çeşme'de duraklamamıza sebebiyet verdirdi ama artık o da bize çoktan katılmış durumda. Bu yaz ufak bir Çeşme duraklamasından sonra bu sefer kendimizi arabayla kara Yunanistanı'nda bulduk. Triptik kalkmış ama yeşil sigorta ve  uluslararası ehliyet şart. Eğer araba sizin üzerinize  değilse arabayı kullanacak kişinin adına çıkartılmış bir vekaletname almanız gerekiyor. Gümrükte araba o kişinin pasaportuna sanal olarak bağlanıyor.  Geçişte bir problem yaşamadık. Sabah erkencene çıkıp öğlen saatinde Dedeağaç'ta frapelerimizi yudumlamaya başlamıştık bile..

İki buçuk saat kadar sonra Kavala'ya vardık, yarların üzerinde kurulmuş ve her ne kadar tanıtım broşürlerinde son derece "Helen" bir şehir olduğu  yazsa da ben burayı Trakya'nın parçası olarak görmekten kendimi alamadım. Nasıl alayım  Murat'ın anneanesi burada doğmuş, benimkilerin anne tarafı da Selanikli, mimari de, sokak isimlerinde her yerde Türklerin izi var. Bu nedenle kendinizi yakın hissediyorsunuz.  Sıcakta biraz meşakkatli olsada ilk iş  kaleye tırmandık. Sonra hepimizin korkudan ödünü koparan Kavalalı Mehmet Ali Paşanın evini ve heykelini ziyaret ettik. Oradan koşarak uzaklaşırken kendimizi tam evin karşısındaki taş evden  yapılmış ve harika bir Kavala teras manzarası olan kafeye attık.  Masalar bol tozlu ama limonatalar boz buzlu idi!  Kan şekerinin heralde yükselmesiyle de olacak ki derhal sıcağın bunalmışlığını üstümüzden attık ve otelimiz Esperia'ya  geldik.  Burası ucuz ama temiz bir otel. Konfordan uzak . Tek gece kalacağımızdan buradaki oteller konusunda kendimizi pek zorlamamıştık. Booking.com bu konuda süper.

Veee ver elini Panos ve Zafira... Limanın en ucunda yer alan bu lokanta Kapodokya göçmeni iki Türk tarafından açılmış. Bu arada Kavala  mübadele sırasında Kapodokya tarafından göç etmiş Rumların yerleştiği bir bölge. İnsanlar zaten çat pat Türkçe konuşuyor, menüler Türkçe gelebiliyor. Öğlen yemeği yememiş olan bizler fena halde abartılı bir sofra da bulduk kendimizi.  Ben  en çok, üstünde havyarla servis edilen yeşil salatayı, midyeli pilavı ve  Rumların nasıl yaptıklarını bir türlü keşfedemediğim son derece ince ve çıtır sebze kızartmasını, kocaman barbunları, ve en önemlisi cacıkiyi beğendim.Fiyatlar İstanbul' a, Çeşme'ye oranla halen ucuz olmakla birlikte Avro'nun son yükselişi esasında son dönemdeki kadar ucuz olmaktan çıkarmış vaziyette. Şimdi bana diyebilirsiniz ki "Bula bula  beğenecek cacığı mı buldun?" Eveeet, çünkü Rumlar farklı yapıyor. Nasıl mı?

Bir  orta boy kase Süzme yoğurt
Buna küçük kibrit çöpü şeklinde keşilmiş veya uzun uzun rendelenen salatalıkları (1 veya 2 tane)
Bir çay kaşığı tuzu ve
İyice havanda dövülmüş en az 4 sarımsağı ekleyiniz.
Vee asla su katmadan biraz karıştırın. Lapa kıvamında olmalı.. Bunu kızartmaların yanınnda sos olarak ta kullanıyorlar.. Bir de çok farklı bir adı var, Cacıki!! İşte bu kadar yakınız.
Salata, cacıki, midyeli pilav ve uzo

Panos - Zafira'nin inanılmaz irilikteki barbunları


7 Ağustos 2011 Pazar

Blog/ Soslu midye


Blog nedeniyle fotoğraf çekme tekniklerim üzerine çalışıyorum

Bloğumu oluşturmamın  üstünden bir senden fazla bir zaman geçti. (9 Temmuz)  Kendimle ilgili yaptığım en güzel şeylerden biri olduğunu düşüyorum. Yaklaşık yüzyıldır!!!! okuduğum Mutluluk Projesi kitabında gerçek zevklerinin ne olduğunu hatırlamak için  onbir yaşında nelerle uğraşıldığının hatırlanması   tavsiye ediliyor.  Zira bugün zevk aldığımızı düşündüğümüz bazı hobilerimiz, uğraşılarımız esasında toplumdan etkilenerek oluşturduğumuz bazı zevkler olabiliyormuş.. Mesela tiyatroya, sinemaya gitmek vs. Bunları sevmiyen yoktur heralde ama belki de bazılarımız için pek de o kadar mutluluk verici  değiller.. Kitabın bu kısmını okuduğumdan beri düşünüp duruyordum.. En fazla mikado oynamayı, kırmızı tuğlaları ezip kırmızı biber yapmayı,  lastik oynamayı sevdiğimi hatırladım hatırlamasına ama bunları bugün yapmak bana o kadar da çekici gelmiyor... O zaman başka birşeyler olmalı, ama ne derken geçen gün blogu yazarken hatırladım, esasında ben yazmaktan zevk alıyordum. Belki 11 yaşımda değil ama orta iki, üç zamanlarında hikayeler  yazmaya çalıştığımı ve bunu arkadaşımın babasına utana sıkıla okuttuğumu hatırlıyorum. Aldığım tepki galiba beni pek memnun etmedi- ki  sonrasındaki denemelerim edebiyat dersindeki kompozisyonlarımla sınırlı kaldı. Bir de universitedeki şiir defterimi hatırlıyorum. Bu durumda blog bir anlamda benim bu yanımı  tekrar hatırlamama neden oldu diye düşüyorum. Ve en güzel tarafı ise bunu özgürce  yapabilmek. Önceleri Türkçem yeterince iyi mi,  bazen  göremediğim ve beynimden hızlı giden parmaklarımın yaptığı tapaj hataları göze çok batıyor mudur? diye hayıflanıyordum. Artık açıkçası bu durumu da aştım. Bu benim takdir almak için yaptığım bir şey değil sadece kendim için yaptığım bir şey. Bu da beni en çok çeken şeylerden biri. Ancak açıkça itiraf etmeliyim yazarların neden sigara içtiklerini şimdi anlıyorum. Garip de olsa  yazarken sigara içmek bana ilham veriyordu ve beeeen Aralık ayında sigarayı bıraktım.. Her halükarda çok mutluyum her nekadar  bloğum için çok olumlu olmasa da ve performansım düşmüş olsa da.. Olsun, performasımı kim değerlendirecek ki?


Şakşukayı yazın  tadımlık kaselerde sunmak pek hoş oldu!
 Ha, şu var   bloğa kaç kişi girmiş bakıyorum ve çok acaip ülkelelerden bile giriş yapıldığını görüp seviniyorum. Veya bazı yazılarımın /tariflerin diğerlerinden daha popüler olmasını takip etmek hoşuma gidiyor sonuçta bu severek yaptığın bir şeyin mutlaka bir noktada başkaları tarafından da takdir gördüğünü gösteren bir örnek olsa gerek.



Sonra   Facebook'da sosyalleşme çabaları sıklaştı geçen sene... Iphone sağolsun.  Eski dostları bulmak, normalde böylesine sık iletişim kuramayacağım arkadaşlarımla  tekrar ve tek satırda veya bir fotoğrafla  bir sürü şeyi anlatmak... Beni  gerçekten mutlu etti. Belki paylaşılanlardan bazıları  yapay, belki olmayan dünyaların yansıması.. ama gerçek  hayatta da böyle değil mi? Herkes istediği kadarını ve istediği şekilde göstermiyor mu? Bu durumda ben herhalde daha insanların  kişiliklerinin hangi yönde geliştiğini , ilgi alanlarını, çoçuklarının fotoğraflarını görmekten çok memnum. Sonra ve pek yakın zamanda Twitter 'i çözdüm, Sera ve Pinar   arkadaşlarım sayesinde.  Eeee tabi onlarda işi ikoncanımız Seza 'dan kapmışlardı... Mutlaka edinmenizi tavsiye ederim... genç bir ikoncanınız olsun...

Güzel bir sene oldu vesselam... Keşif ve yaratıcılık dolu.

Bunu yaza özgü Burgazada'da yediğim bir midye tarifiyle kapamak isterim. Bu midye özel,  içinde içtenlik, huzur, samimiyet ve iyi kalpden  bir değil, birkaç tutam var...Sevgili dayı oğlu Mustafa/ Zeynep  elinden .

Midyeleri denizden sabah çıkartıyorsunuz, ya da şanslıysanız alıyorsunuz balıkçıdan. Güzel fırçalıyorsunuz ve yıkıyorsunuz.

Sonra:
Bir wok'da  biraz yağda soğan  kavuruyorsunuz ( 1 adet kadar)
Ustune 1-2  su bardağı kadar  beyaz şarap ( midyelerinizin oranına göre)
1 kutu krema
Bir avuç kıyılmış maydanoz
ve kara biber ekleyip midyeleri içine koyuyorsunuz
Midyeler sosta açılıp kolayca pişiyor, isterseniz kapak ta kapatabilir eğer  daha sulu bir sosa sahip olmak istiyorsanız üstüne şarap veya su ekleyebilirsiniz midyeleri karıştırmak gerekebilir ki kapalı kalan kalmasın ve hepsi sosa bulansın.

En sonunda sosu kaşıklamayı veya  "şamadıra yapmayı" unutmayın derim.. zira en iyi kısmı.  Bunu bir de Çeşme deki Babylon  çok güzel yapardı ama tabii içinde muhtelemen sevgisi azdı!

24 Temmuz 2011 Pazar

Yaz muhabbetleri/ Tapas



Yazın en güzel tarafı nedir? Tabii ki ilk olarak yapılan uzun balkon / teras sohbetleri. Ama yazlıkta, ama tatil köyünde, ama gidilen açık hava  lokantasının masa başında ....Ve genellikle de gece veya akşam üstü yapılan muhabbetlerin tadı başkadır.  Yasemin kokuları yalar yüzünü, her şey başka gözükür.  Bu senenin güzel tarafı  sıcakların geç bastırması oldu. Bunaltmadan, ılık ılık.... Dostlarımız uğrar bize hafta sonları, özellikle Pazar öğleden sonraları  öğlen -akşam arası yenilen yemekler en sevdiklerimizden... Hep aklıma İspanyollar gelir. Uzun uzun yenilen bu Pazar yemeklerini görünce  bayılmıştım.  Tapas yiyip uzun uzun şarap içmek ve bağıra bağıra sohbet etmek.  Bu nedenle geçen Pazar akşamüstü  Elvan'nın bize uğraması üzerine birden Tapas tipi bir şeyler hazırlamak istedim. Çıkış noktasıysa evdeki Manchego peyniriydi. Bu koyun peyniri beni büyüler.. Zevk benim değil mi?  Oturup illa ki Fransız, İsviçre peynirlerine mi bayılmalıyım? İşte ben de bazılarının kaşardan pek de farklı bulmayacağı bu peynire bayılıyorum. Ve buldum mu da alırım. Ama açıkçası Türkiye'de pek göremedim bugüne kadar.   Peynir var mı gerisi kolay..   Doğra taze  dometesleri sarımsak ve tuz ekle al köy  ekmeğini sür zeytinyağını biraz taze reyhan, biraz peynir derken işte çıktı  İspanyolların domatesli ekmeklerinden.. Elimdeki Cooking in Spain kitabına şöyle bir göz gezdirdim Elvan gelmeden... Yağda kızarmış kroketler, marine zeytinler hepsi Tapas sofrasında var.. İspanyolların iş çıkışı  akşam yemeğine kadar atıştırmalıkları  bizim yemeğimiz oluverdiler... En önemlisi ise sohbetin  güzelliği tabii. Mesela  Sinyora Enrica NY da Türk festivalinde gösterilecek ilk film olacak, kolay mı?

Yazın güzelliğinin ikinci ayağı ise benim için İstanbul Müzik ve Caz festivali. İstanbullu olduğuma  şükrettiğim zamanlardandır festival zamanı...    Süper sanatçılar ayağına gelir ve sen nezih güler yüzlü bir toplulukla bunları izlersin. İnsan daha ne ister ki?  Gittikçe yükselen bilet fiyatları ve zaman kısıtlılığı  belimi bükse de en az her ikisinden de ikişer, üçer bilet almaya çalışıyorum. Ve bu sene de Doğudan  Masallar adı altındaki düzenlemede dinlediğim keman virtiözü Nicola Benedetti benim yeni keşiflerimden oldu mesela.. Belki de herkesin aksine Festival benim için bazen bir tanışma yeri olur ve ben sonra o sanaççıları dinlemeye başlarım, cd lerini takip ederim. Bu sefer riski göze alarak  İdil ile beraber ailecek gittik. Yarı söylenmece yarı uyumaca... gene de bu çabalarımın ileride onun tarafından takdir edilceğini düşünüyorum. Ve biraz da olsa klasik müzik sevgisi verdiğimi. Ben ilk baleme onüç yaşındayken gitmiştim.  AKM de kendimi ne kadar ayrıcalıklı hissettiğimi hatırlıyorum.  Ve bence esas bana konser kültürünü verenin o küçük boyumla yaptığım AKM ziyaretleri olduğunu düşünüyorum. Sonrasında  ise üniversitede gittiğimiz Cumartesi sabah konserleri, festivali takip etmenin heyecanı... Umarım İdil de bu ilklere bakarak ilerde güzel anılara sahip olur ve  hayatında konsere gitmek gibi bir zevk edinir.  Onüç yaşındayken bizi baleye götüren fizik hocamız koyu bir ODTÜ'lüydü ve senelerce Anadolu'nun bağrında çalışıp geldiği İstanbul'da insanların burunlarının dibindeki  bu aktivitelere hiç ilgi göztermemelerine çok içerlemiş olacak ki bize döndü ve "Hepiniz odun gibi yaşıyorsunuz. Bu sömestr mutlaka bir AKM de bir  gösteriye gideceğiz" dedi ve  en azından benim odunluktan sıyrılmamı sağladı diyebilirim. Dur bir düşüneyim, bugün sınıftaki yakın arkadaşlarımdan en  üçü  çok ciddi takipçidir. Demek kadıncağızın bizde parmağı var.. Bir de adını hatırlasam...  Olsun kendisine  selam olsun... hem de gönülden

29 Haziran 2011 Çarşamba

Cenevre/ Babam













Parc des bastions Restaurant ( Cenevre)
1, Promenade des Bastions - 1204 Genève - T.+41 (0)22 310 86 66
www.bastions.ch/

Cenevre'ye her gidişimde babamı anarım. Cenevre'ye yaptığı ilk ziyaretten sonra oldukça etkilenmiş gözüküyordu.   Nehri, insanların medeniyetini,  Cafe De  Paris'nin önündeki kuyruğu ve yediği güzel yemekleri uzun uzun anlatmıştı. Babam iş seyahatine  gitmezdi. Zaten o zamanlar yurt dışına iş seyahatine gitmek pek alışılmış bir şey de değildi. Bu nedenle genelde  Avrupa gezilerini ( Avrupa diyorum çünkü babam başka yerlere açıkçası gitmeye pek meraklı değildi. Galiba uzun uçak yolculuklarından da haz etmemesi buna ciddi bir etken olmuştu) ya ailecek ya da annemle birlikte yapmıştır. Hatta tam bir  İtalya  hayranıydı diyebilirim. Onlarca kez ziyaret etmişliği vardır desem yeridir.. Bir çeşit hayranlık. Cenevre onun yegane gittiği iş seyahetlerindendi bu nedenle şehir onu farklı bir yönüyle etkilmişti.. İş yemekleri,  toplantılar, finans dünyası vb...  babamın İtalya daki pazar ziyaretlerinden farklı bir formattı :)  Nur içinde yatsın hakkaten en çok pazar dolaşmaya bayılırdı.. Ben de bayılrım ya..

Bristol Hotel'den Cenevre sabahı

Bu nedenle Cenevre'de onu anmadan  edemem. Benim yürdüğüm yerlerde dolaşmış mıydı diye merak ederim. Ve meşhur çimeninin üzerine yapılmış saate ve fıskıyeye bakıp onun  hislerini tahmin etmeye çalışırım. Galiba burada neyi sevdiğini anlayabiliyorum. Bu şehrin kasabadan hallice büyüklüğü içerisinde ciddi bir Avrupa medeniyeti ve huzuru yatıyor. Sanki küçük ve ideal bir dünya gibi, varlık, kültür, doğa .. hepsinden  var. İçinde kaybolmayacak kadar yeterli büyüklükte ve savrulmayacak derece limitli bir kozmopolitlikte...

Ben de seviyorum bu şehri. Her seferinde iyi anılarla dönmüşümdür buradan. Her seferinde  iş için gitmeme rağmen. Hele bir de dostları gördüm  Cenevre oluverir,   İstanbul benim için.    Çok güzel yemekler yemeşimdir bugüne kadar.  Ama açıkça söyliyeyim biz Turklerin yemek ve içmek düşkünlüğü en iyi yerleri bulup çıkartmakta bizi üstün kılıyor.  Eee, biz hangi ücra köşede olursa olsun iyi yemek içmek olduğu zama ne de olsa kapsında birikiveririz. Ümraniyedeki dönerci Celal Usta'ya gittikce mesela bunu hissediyorum.

Herneyse, ilk akşam bizzat lokallerin seçtiği şehrin içerisinde yer alan  Bastion parkındaki "Parc des bastions Restaurant" a gittik kuşkonmazlı ve jambonlu milföyle yapılan başlangıç harikaydı..  Ama ana yemek olararak gölden çıkan küçük balık kızartmalarından oluşan  yemeğimi maalesef  beğenmedim. Belki de çok güzel bir parkın ortasında  nefis bir akşamda oturmamıza rağmen hafta sonu devam eden festival nedeniyle parkın her yerinden gelen keskin idrar kokusunun benim iştahım üzerindeki etkisi de  diyebiliriz. Bilemiyorum... Ama pek fenaydı ...hele ki çantamı yere koymak zorunda kalmam nedeniyle hissettiklerimi  tahmin edemezssiniz .. Kafam onu nasıl dezenfekte etmem gereketiği fikriyle uğraşıp durdu yemek boyunca.... Oysa ki ben titiz bir hatun sayılmam.. Ama o koku yok mu?..

Ama ertesi akşam devreye lokal Türkler diyebileceğimiz kesim girdi.  En büyük fark diğer grupla sessiz sakin karar verilen ve herkesin hemen uyum gösterdiği  lokanta seçiminin,  tahmin olunacağı üzere, Türkler arasında oldukça gürültülü ve zor yapılması oldu.. Kimi et yiyelim diyor, kimi açık havada oturalım diyor, diğeri atlıyor "yağmur yağacak ben karışmam bence Lipp'in terasına gidelim bak oranın üstü kısmen kapalı var" diyor..   Bu arada bana kıyılamıyor, ben ne isterim diye soruluyor, ben " Fark etmez ama Franasız olursa memnun olurum" deyince işler iyicene karışıyor. En sonunda "Deniz ürünleri ister misin? ama  kabuklululardan" diyorlar "tabii tabii" deyince hafif muhalefetler olsa da  kendimizi  Cefe du Centre'de (http://www.cafeducentre.ch/ambiance.html 5, Place du Molard - CH-1204 Genève - Tél. +41 22 311 85 86)  buluyoruz  .  Esasında iş konuşuyoruz ama gören veya en azından Türkce bilen kesin anlayamaz,  daha ziyade 3. sayfa  haberi havasındayız hepimiz..  Yeşil karides ayıklamaktan kokmuş ellerimizle, en yalanarak ve en zevkli konumda , güzel  roze şarabımız eşliğinde   Cenevre'yi,  İstanbul'u altüst  ediyoruz...


 En sonunda konu  beylerin bana " Last night" filmini seyrettin mi? " diye sormalarının üstüne çekişmeli bir  aldatma konusu açılıyor ama benim fazla libarel olduğuma kanaat getiren beyler ortamın fazla kızışmaması üzerine yeterince zevk alamayarak konuyu kapatıp  beni milföy pastası yemeye ikna ediyorlar.  Ve işte dananın kuyruğu  o noktada kopuyor..  Üstünde nasıl yenilmesi gerektiğini gösteren ufak bir kağıtla gelen bu nefis tatlının gevrek tereyağ kokusunu ve   nefis kremasını size anlatamam. Yolunuz düşerse mutlaka Lipp isimli lokantada (http://www.brasserie-lipp.com/ Confédération Centre Rue de la Confédération 8 1204 Genève)  bu tatlıdan denemenizi tavsiye ederim.  Bu arada söyliye söyliye yağdırdığımız yağmurun altında yenilen tatlı, edilen güzel sohbetle dediğim gibi Cenevre bir anda oluverdi İstanbul ... Milföy'ü hariç..



Son olaraksa ertesi gün aynı grup beni öğlen bir pizzacıya götürüp  (  Luigia:  http://www.luigia.ch/espace-medias-LUIGIA-dossier-presse.htmlgötürerek Rue Adrien-Lachenal 24 1207 Genève), bikini sezonu falan demeyip, bana  oranın  börek gibi kıvrılarak yapılan ve oranın şefinin keşfi olan, son derece yaratıcı  ve lezzetli  bulduğumuz  gül börek gibi kıvrılarak yapılan  pizzayı da yedirmezler mi? Memlekete biraz daha ağırlaşmış olarak döndüm diyebilirim. Ama mutlu.....