Hep düşünmüşümdür insan çoçukluk arkadaşlarını niye ayrı bir yere koyar? 1- Çünkü birbirlerinin en rezil hallerine dahi şahit olmuşlardır ( sivilceli suratlarına, oksijenle açılmış saçlarına, sözlüde azar yemiş hallerine vs) 2- Ya da aslında sadık kalınılan eski anılardır, bu anıların rol arkadaşlarıyla tekrar o günlerin duygularını yakalayabilme umudu taşınır ( bu nedenle sürekli eskiler konuşulur, bu konularla alakaları olmayanları sıkıntıdan patlatmak pahasına olsa dahi) 3- Ya da belki de sebep bunların hepsidir biraz... herkes birbirinin o kadar çıplak haliyle tanımıştır ki herkes birbirini o çıplak haliyle sevmiş ve daha fazlasını da ne istemiş ne de beklemiştir. Elde olan budur, sevilen bu haldir.. Kısaca herkes birbirini olduğu gibi kabul etmiştir. Çocukken bu konuda çok daha becerikliyiz bence... Çocuk dediğin zayıflıklarını ya da iç dunyasını dışa vurmaktan çekinmez, belki de akıl edemez.. henüz klişeler yoktur hayatında, bu nedenle pek beklentiye de girmez... Karşısındaki nasılsa o dur.... Sonra bu durum bizi rahatsız etmeye başlar her nedense, birileri alanımıza girmeye çalışmaktadır sanki. Bu nedenle paketi didiklemeye başlarız. Bir yerden patlak verince de depo'ya kaldırıveririz.
Sonra ne gelir, herbiriyle kişiliğimizin ayrı bir yönünü paylaştığımız arkadaşlar.. Kimisiyle politika konuşmaktan zevk alırken, diğeriyle manikürcü ismi paylaştığımız arkadaslar.. Modumuza göre gördüğümüz, görmediğimiz veya hasbel kader görüşmek zorunda kaldığımız arkadaşlar.. Kimse kimseyi tam olarak görmez, bilmez esasında.. Artık herkes göstermek istediğini göstermek konusunda uzmanlaşmıştır zira... "Samimiyet" anlam değiştirir... Daha da kötüsü bu durum doğal karşılanır.
Sonra yaşın ilerledikçe klişilerin bir işe yaramadığını görürsün, gerçekten görmek, görülmek ve paylaşmak istersin gene... Yargılanmadan dinlenmek ve olduğun gibi, o içindeki küçük çoçuk halinde sevilmek ve sevmek.
Benim çocukluk arkadaşlarım bu nedenle çok değerlidir. Birbirimizi zaman zaman aramamış ve belki de bazen çok kızmış olsakta ben eski arkadaşlarıma hiç kıyamam... Beni gerçek halimle kabul etmişlerdir onlar, bunu hissederim... Ben de onları o halleriyle tozlarını alır ve komidinimin üstüne hepsi birer eşsiz biblo gibi yanyana dizerim. Hayatım boyunca orada dursunlar diye...
Bu Cuma çok güzel geçti benim için. On yaşında elele tutuşup sınıfa girdiğim arkadaşlarımla görüştüm ... Yapıyoruz zaman zaman.. Çok ta şanslı hissediyorum kendimi halen görüşebildiğimiz için. Her birini içimden ayrı ayrı selamladım gördüğümde... Küçük Dido'yu, Nes'i, Gamze'yi ve Leyla'yı ...
Nes'in ballandıra ballandıra tarifini verdiği, Cuma akşamından bu yana gözümün önünden gitmeyen somon'u Pazar günü derhal pişirmeye giriştim. Sonra da aklıma balık tutmak için olta takımı olan tek kız arkadaşım olduğu geldi. Belki de bugun deniz ürünlerini pişirmeye meraklı olmasının sebebi budur. Gülümsedim kendi kendime, bizim Nes işte...
Tarif söyle;
Derisi alınmış somon dilimleri alınır. Olabildiğince kalın dilimler olması konusuna Nes dikkatimi çekmişti önemini pişirdikten sonra anladım.. Siz bu hataya düşmeyin. Bunları tereyağında ortaları pembe kalacak şekilde kızgın ateşte iki yüzünü kızartın, kabuklaştırın. Sonra üzerine bir bardak sütü boca edin ve her bir parçanın üzreine kutu kremayı birer tatlı kaşığı kadar koyun. Kapağı kapatıp krema eriyip süt bir sos kıvamını alacak hale gelinceye kadar pişirim. Sonra sosuyla birlikte servis edin. Ben üstüne biraz Herbes de Provence (Provans bölgesinin otlarından oluşan baharat karışımı) ve kapari turşusu ekledim servis ederken.. Çok pratik ve daha da önemlisi hiç balık kokmadan balık pişiRmenin en güzel hali. Aynı Nes'in dediği gibi :)