Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

25 Kasım 2012 Pazar

Berlin/ Kabak Carpaccio

Şu ömr-ü hayatımda  aldığım en önemli derslerden bir tanesi ön yargının ayağımıza çok fena dolandığıdır.  Yazın ortasında neden böylesine güzel bir havada çalıştığımı sorguladığım  zayıf bir zamanıma denk gelmiş olacak ki "uç uç günleri"nde  Pegasus'tan  100 Euroya  Berlin biletlerini kapıverdim.  Hem  bayramımız hoş olsun, hem de evdekilere  süpriz olsun diye.. Niye Berlin? İnanılmaz ama resmen dinazorları için. Evet evet, resmen dinazorları. Çünkü dünyanın en büyük, en tam  dinazor iskeleti Berlin'de, hem de nefis bir müzenin içerisinde...Museum Für Naturkunde (www.naturkundemuseum-berlin.de), 25 milyon hayvan, mineral ve bitkinin sergilendiği; harika bir şekilde organize edildiği bir müze. Bence binlerce ders kitabına bedel.

Esasında tüm bu fikirler İdil'in bizimle daha  zevkli bir gezi geçirmesini sağlamak amacıyla çıktı. Bizim için, sokaklar güzel, yemekler, lokantalar, sohbetler güzel.. Tatilin hatta en önemli aksiyonları. Ama 10 yaşındaki bir hanımın pek ilgisini çekmeyebiliyor haliyle.  Yaşlar ilerledikçe bizimle gezmek istemeyebilir düşüncesiyle  paniğe kapılan ben, derhal dinazorların yolunu tuttum. Böylece soluğu  geçtiğimiz Kurban Bayramında Berlin de aldık.  Eski Doğu Berlin de yer alan Mitte bölgesi şehrin kalınabilcek en güzel turstik yeri. Novotel ise harika bir lokasyon ve çok uygun fiyatlar veriyor. 

Brandenburger Tor (tarihi kapı, anıt), Müzeler adası ve haliyle bunun içerisinde yer alan Pergamonmuseum (yani Bergama müzesi), Fernsehturm (yani 365 m yüklekliğindeli simge haline gelmis televizyon  kulesi),  Alexanderplatz  meydanı hep bu bölgenin içerisinde kalıyor.





Doğu Berlin, demir perdenin soğuk havasını atalı çok olmuş ve bence tasarım, şehircilik, kültür açısından sıcacık ve yaşayan  kozmopolit bir şehir halini almış. Eğer farklı butikler görmek istiyorsanız mesela Haskesche Höfe  çok hoş, eski, avlu içinde avlu bir bina... Ama lokantalara pek takılmayın derim.  Bizim bulduklarımız biraz hayal kırıklığıydı.. Fakat süper ucuz. Eeee ucuz etin yahnisi kuralı her daim geçerli.. Yoksa Berlin yemek içmek için son derece hoş bir yer. İstediğiniz fiyattan yer bulmak mümkün. Ve galiba İstanbula oranla çok daha da uygun. 








Bana en karşık duygular yaşatan yerlerden birisi açıkcası Bergama müzesi oldu. Kızsam mı, takdir mi etsem bilemedim.  Ege'min inanılmaz bir hazinesi orada görmek her Türk evladı gibi açıkçası benim de içimi hoplattı. Ama korunmuşluk, ihtimam  ve sergilenişteki ayrıntılara verilen önem beni bir yandan da gayet etkildi. Facebook'da  duvarımda dediğim gibi her kültürel parça doğduğu topraklarda güzel  ama ne diyelim "Verenler utansın!".


Bu arada eğer Fernsehturm'a çıkmak ve klasik bir şehir manzarası görmek sizi açmadıysa   o zaman bunun kapısındaki bisikletli çek çeklere binmeniz tavsiye olunur. Bölgede yarım saatlik sıcacık battaniyenin altında bir tur ile, hele ki güneş de yüzünü sizden esirgememişse keyfinizin  yerine geleceği kesin.

Bizi ilk gün  kocaman güler yüzüyle karşılayan Selçuk'un bize yaptırdığı ufak şehir turundan sonra tüm öğleden sonramızı yürümeye adayıp yorgun argın, saç baş bir yanda yiyecek bir yerler ararken kendimizi elimizdeki listeden tavsiye edilen AIGNER ( http://www.aigner-gendarmenmarkt.de/ )  lokantasında buluverdik.   Eski ve çok şık bir lokanta. Französische caddesi de zaten bana sorarsanız şık bir cadde. Saat 7 civarında, lokanta  bizim gibi çocuklu, dağılmış bir aileyi görmeye pek hazırlıklı değildi. Bu arada  bu saatlerde lokantanın müşteri profili daha ziyade yetmiş yaş civarında. Haşlama et tarzı yemekleri ise  menüsünde ünlülerden. Ben nefis organik bir ördek, diğer eşraf ise şinitzele yöneldi. Servisin kalitesi şuradan belli oluyor biz daha talep etmeden  İdil'e  küçük bir şinitzel istediğimizde  anında fiyatın yarısı faturaya yansıtılmış olarak gelmişti bile.  Ancak  lokantanın kendi şaraplarını denemeyin ve gürültücü bir topluluksanız sekizden sonra gelin. Yaş ortalaması ancak kırklarına iniyor zira :)

İkinci gün akşamı ise  Nikolaikirche meydanındaki ufak bir italyan lokantasına gittik. O bölgede çok keyifli ve anladığım kadarıyla çok hoş lokantalar var.. Zira bir kaç tanesini gözümüze kestirip dalış yaptık ama dolu çıktılar. 

Berlin'i bana sorarsanız bizim için en sıcak yapan şey Türklerin varlığı.   Selçuk bizi eşi Sabine ile Türklerin yaşadığı bölge olan Kreuzberg'e götürdü.

Little Tibet
Önce Little Tibet lokantasında harika bir crispy duck yedik, dumplingler ise tam yandaki tabaktan çalmalık. (http://www.little-tibet-berlin.de/site/ ).  





Knofi'nin peynir ezmeli mezeleri
Arkasındam Knofi adlı bir kafeye gittik, (http://www.knofi.de/ ). Arkada Kıraç çalıyor önünüzde sıra sıra peynirli Türk mezeleri ( orada öyle bir adet ve hoşluk yaratmış Türkler, her şeyin beyaz peynirli ezmesini yapıyorlar, pancardan tutun, ıspanağa kadar ve işin komiği bu bir Türk yemeği olarak biliniyor orada). Kapıdan çıkınca çekirdekçi, sıra sıra dönerciler... Berlin bizden olmuş anlayacağınız.  Almanlarsa ne sert, ne nemrut. Bence hepsi espirili ve güler yüzlü, ta ki kuralları aşmaya çalıştığınız veya insiyatif kullanmalarını istediğiniz zamana kadar...



Nerden aklına geldi diyeceksin ama bu sefer en hafifinden Kabak Carpaccio tarifi vermek geldi içimden. Esasında tam bir yaz yemeği. Çünkü çok taze sakız kabağından  ve güzel bir kaç tane  çeri domatesinden, taze reyhan yaprağından başka ihtiyacınız olan ana bir  malzeme yok . Herkes müdavimi olmayabilir ama benim gibi hafif yemeklere düşkün olanlar için bir numara.

KABAK CARPACCIO

İki adet çok taze kabağı rendenin dilimleyici bölümüyle dilimliyorsunuz, sonra kuru nane, tuz ve zeytinyağı ile ellerinizi kullanarak güzelce marine ediyorsunuz. Üstüne  nar ekşisi, çeri domatesler ve reyhan yapraklarınızı koyarak hemen servis ediyorsunuz.  Zira bu yemek/ salata  servisten hemen önce  hazırlanıp tüketilmeli. Yoksa pek bir şeye benzemez haberiniz olsun.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Başka Bir Kadın/ Biz, Sera



La vie d'une Autre
Biraz evvel Juliette Binoche'un La vie d'une Autre ( Başka bir Kadın)  adlı filmini seyrettim. Korkmayın, buradaki bir başka  kadın o korkularak bahsedilen başka kadın değil, kendimizin ta kendisi. Esasında bundan onbeş yıl önce belki de hiç de olmayı tasarlamadığımız ama yaşanılanların, çevrenin, ailenin bizi başka kadına çevirmesine izin verdiğimiz ve en sonunda dönüp arkamıza baktığımızda o  universiteden ilk çıkmış ya da ilk evlendiği gün kocasının elini sıkı sıkıya tutan kadını kaybetmiş  ve başka bir kadına dönüşen bizlerden bahsediyorum. İşte film de böyle bir kadının hikayesini anlatıyor. Sevgilisiyle ilk beraber olduğu gecenin sabahında uyandoğında kendini tamamen  farklı bir evde,  sevgilisiyle 15 yıldır  evli, 41 yaşında,  10-11 yaşlarında bir oğlu olan,   işinde gayet yükselmiş, zengin olmuş ama boşanmak üzere ve kendi annesiyle dahi kavgalı, davalı  bir kadına dönüşmüş olduğunu  anlayan bir kadının hikayesi.  Hayatının tam  bu kritik  döneminde onbeş yıl öncesine ait duygularla yaşamına  devam etmek zorunda kalıyor. Düşüncesi bile ne kadar farklı yerlere götürüyor insanı değil mi? Şimdi şu anda 15 yıl önceki halimle oturuyor olsaydım acaba bugünü nasıl yaşar,  bugünkü problemlerimi nasıl çözer ve ne gibi kararlar alarak yaşantıma devam ederdim?

Hayatın bize hep çok değerli tecrübleler kazandırdığını düşünür ve kazandığımız ciddiyet, asabiyet, ukalalık, "oldum" tavrının tüm  travmalar, yaşanan acılar, büyük dönüm noktaları,  belki de başarılar, paralar ve kariyer karşında  ne kadar da haklı bir yanı olduğunu içten içe kurarız esasında, diğerlerinin de bunu  çekmeye muktedir, hatta zorunlu olduklarını sanarız. İşte bana hayatın sillesi deddirttiren şey budur. Yaşananlar karşısında bazen bir an gelir artık hiç de eskisi gibi olmayacağınızı hissedersiniz.  Eski siz bir anda resimlerde kalmaya başlar. Nedense o gülüşü ya da gözlerin içerisindeki o ışıltıyı fotoğraflarda bırakırsınız sonra da onlara bakınca "Ay ne kadar gençmişim" dersiniz hafif bir iç sızıntısıyla. Başkalarına kızmaya, uklalık etmeye, olaylar karşısında sinir krizi geçirmeye, küsmeye kendini haklı gören, hatalara, aksiliklere tahammülü olmayan aslında bayağı kırgın  biri olmuşsunuzdur artık. Çünkü birileri de zamanında size çok kızmış, belki aşağılamış, ezmiş, incitmiştir.  Kime ne tavır gösterdiğinizi değil, artık hayatın bu tavrı hak ettiğini düşünürsünüz. Çünkü hayat hakkında çooook şeyler biliyorsunuzdur artık ya da bildiğinizi zannediyorsunuzdur. Yani  olgunluk adı altında yaşanan erozyon ve hatta belki de biraz deformasyondur aslında. Oysa ki, her seferinde yeni bir dönem başlar. Kapılar kapanır, kapılar açılır.  Evet, her kapanan kapının ardında birilerini, bir parçanızı, bir huyunuzu bırakmışsınızdır ama kazanılanlar da esasında ceptedir.  Bunu unutarak kimi zaman hınçlanarak, kimi zaman kininizi çaktırmadan, mağrur, kimi zamansa büyük bir sevinçle girersiniz yeni döneme ama her ne olursa olsun artık siz değişmişsinizdir.

2012 yılbaşı gecesi.
Galiba  yandaki fotoğrafa bundan bir on yıl sonra baktığımda da aynen böyle hissedeceğim.  Ne genciz, ne saf, ne de Murathan Mungan'nın şiirinde dediği gibi henüz hiç kimsesi ölmemiş, ama gene de bir araya geldiğinde çocuklar gibi eğlenen,  tamamen makaraları salmaktan çekinmeyen,  bazen çemkiren, söylenen ama  çemkirmeyi bile sonunda komediye  dönüştüren bir kızlar gurubuyduk biz çalıştığımız yerde. Çevremizde bazen ayıplanan, çok konuşan, yüksek sesle  gülen, bazen işin dozunu kaçıran ama bu duyguyu kaybetmemenin dahi ne büyük lüks olduğunu bilip buna sevinen,  Sex and The City takımı geçen hafta maalesef darbe aldı.   Sera'cık kanat açtı...  Kimi  ona uzun dedi ve giydiği topukluları çekemedi, kimi  eleştirilerini beğenmedi söylediklerini kötümserlik deyip  es geçti ama  biz ve O, onun ne olduğunu ve kim olduğunu bilerek onu eski kapısının eşiğindeyolcu  edeceğiz. Ve hepimiz bileceğiz ki, her ne kadar dostluğumuz baki olsa da ne o ofis eskisi gibi olacak, ne  yaşanan öğle tatillleri, ne toplantılar, ne Orhangazi  yolları, ne de  şirket yemekleri.  Diğerleri pek bir şey anlamayacak, "Burası bir şirket giden de olur gönderilen de" diyecek ama hiç kavrayamamış olacak ki, esasında yaşanan dört duvar içerisinde  bizim için hayat;  içtiğimiz kahveler,  ikram ettiğimiz çikolatalar, etrafı kokuttuğumuz Çin yemekleri, küçük detaylarımıza yaptığımız / aldığımız iltifatlar, zor anlarımızda verdiğimiz destekler, yapılan şakalar, yaşanan komik anılar ve birbirimizi ayak seslerimizden dahi tanımanın verdiği hazdan ibaret... Yani  ne kazanılan paralar, ne satılan ürünler,  ne açılan yeni fabrikalar, ne girilen yeni marketler ya da yapılan yeni projeler... Bu nedenle  hep düşünmüşümdür  şirketler gider, değişir ama size kalan hep orada tanıdığınız insanlar olur. Onlar hayat boyu bir şekilde, iyi -kötü karşınıza çıkar ve siz "İyi ki en büyük yatırımı  arkadaşlarıma, insana yapmışım" dersiniz. Şirketin tam ünvanı bile  aklınızda değildir artık ama arkadaşınızı, en detayda kalan özelliğini bile  hatırlarsınız, hatta tüm müziğiyle "Neee?" deyişini bile. Sera'yı da,  iki- üç tane kariyeri ve sadece kendine yatırımı asıl sayanların haricinde, tüm iş arkadaşları onu güler yüzüyle, gerçek samimiyeti ve akıllılığıyla, en zor işi bile maximum  bir saatte bitirişiyle, en zor sunumları bile keyifle yapışıyla anacak. Biz ise kariyerini hayattaki asli hedef sayanları ne gazetelerde göreceğiz ne de başka büyük şirketlerde. Görsek de coşkuyla sevinemeyeceğiz. Çünkü döngü basit, gerçek iç huzuru  çevrene ektiğin mutluluk tohumlarıyla orantılı ve gerçek başarı onların içinde saklı.

Arkadaşımın en sevdiği tarifim cheesecake'imdi. Onun kadar tutkulu yiyenini, tek dilimini kaçıracak diye yapmadığı numara kalmayanı olmadı olmayacak. Onun da  tarifini daha önce yazmıştım. Kendisi ise pahalı tarifler!!:) olmadığı sürece son derece başarılı  ve hatta şu aralar ciddi bir taze makarna ustası. Bir sonraki yazı da onun kendi eliyle verdiği tarifi ve çektiği fotoğrafları yayınlamak niyetindeyim eğer isterse. Çünkü kendi çektiklerimi beğenmedim ve tarifleri de zaten not etmediğimi fark etttim.

Good bye Arkadaşım! yolların açık, kafan rahat ve gönül gözün açık olsun. Doğruluk ve dürüstlükten şaşmayan her zaman uzun vaadede en çok prim yapandır. Sen sakın dönüp geriye bakmayasın...

22 Eylül 2012 Cumartesi

URLA


Urla Sanatçılar Sokağı

Bazı tatillere sadece çantanızı, biletinizi ve voucher'ınızı alır çıkarsınız, çok da plan yapmazsınız. İşte ben genelde böyle değilim. Kafamdan da olsa gidilecek yer planları yaparım, ufak tefek de olsa yeni yerler denemeye görmeye çalışırım. Ama bu sene çıktığım Urla / Çeşme tatilinde kafamda hiçbir plan yoktu. Urla'da teyzem ve teyze kızım Asu görülecek, onlarda kalınacak, sonra oradan Çeşmeye geçilip bir kaç gün de Çeşme de konuşlanılıp ve  orada da yine oralarda yaşayan veya yolu düşen arkadaşlarla görüşülecek.  Biz iki yazdır  Çeşme'de Ceshme Plus ( http://www.ceshmeplushotel.com/tr/ ) otele gidiyoruz. Havadar, denize sıfır ve Ilıca da bir otel. Benim hoşuma gidiyor açıkçası. Anlayacağınız Çeşme için beklenen üç aşağı beş yukarısı belli.  Ama Urla için öyle değil. Urla  otobanda Çeşme'ye giderken tabelasını görmekten öteye gidemediğim bir yerdi benim için. Belki bir kere bir kaç saatliğine bir siteye uğramışlığım var ama bilgim çok sınırlıydı.


Urla evleri

Urla için en büyük amacım teyzemlerle hasret gidermek, biraz arayı kapatmak, İdil'in onları daha iyi tanımasını sağlamaktı. Hakikaten  öyle de oldu ama bunu ötesinde hanımlar  bize Urla'yı  gezdirmekten de geri durmadılar. Bazı yerler kalbinizi çalar ya, işte Urla da bende iz bıraktı. Neden?  Halen çarşısı, pazarı, esnafı ile tipik bir Ege  ilçesi olarak kalmayı becerirken diğer yandan da yerli halkın  samimiyeti, medeniyeti hoşuma gitti. Sanatçılar sokağı diye bir yer var mesela. Ahşap boyamadan,  seramik atölyesine kadar ortaya çıkardıkları çalışmaları satan hem de workshoplar açan yerler bunlar.  Alaçatı'daki turistik, onu bunu satan dükkanlardan değiller, karışmasın!  Bunlar sanatçıların ufak birer atolyesi ve sergi salonu niteliğinde.  Çalıştıranlar  çoğunlukla hanımlar, emekli akedemisyenler falan. İlçede  iki tane sanat okulu. Ve benim sadece gözüme çarpan iki adet kadın dayanışma merkezi. Bu belirlememi ne zaman sohbet arasında dile getirsem  hafif bir dalga konusu olmuyor değilim, feminist damarım tutmuş galiba vb... Arkadaşlar, nerede kadına önem sergileniyor o toplum da gelişmişlik var demektir bana göre. Bu nedenle böyle bir ayrıntı gördüğüm takdirde söylemeden durmama imkan yok :)  Urla'da İskele diye adlandırılan  mahallenin yakınlarında denize girdik.  Halk plajları var. Son derece mütevazi, ister tostunu ye, ister balığını, istersen simitini götür. Çeşmedeki "beach" muhabbeti yok burada. Ne lüks, ne müzik, ne de uçuşan pareolar, topuklu deniz ayakkabıları... Burası tam  yazlık sitelerin sahili misali. Deniz ise Çeşme kadar  güzel değil belki ama Ilıca gibi sıcaklığı makul, berrak ve çok derin değil. İdil Aya Yorgideki Babylon da denize girerken Urla'daki denizi kesinlikle tercih ettiğini söyledi bana mesela. Ama  buzlu blush ikramı aramayacaksınız tabii. Diğer yandan, İskele'nin kıyısındaki kafede yapılan kahve ikramını da hiçbir yerde bulamazsanız. Bak söyliyim...

Tam dönüş yolunda, seneler sonra tekrar birbirimizi adete  yeniden keşfettiğimiz lise arkadaşlarımla  Urla'nın başka bir yönünü yakaladık. O da lokanta ve balık boyutu. Çeşme de Alaçatı Port'daki balık lokantaları pek şık, pek  güzel, balıklar iyi ama haliyle bir o kadar da pahalı. Biz Port lokantasına ( http://www.portrestaurant.com.tr/ ) gittik. Sinarit harika  mesela.



Sahil Lokantasından mezeler!
 Ama Urla'da artık sohbetin, yaşanan günün tadından mıdır biraz da bilinmez ama uçağa gitmeden önce Urla  İskele'deki Sahil lokantasında yediğim yemekleri herhalde uzun süre unutamayacağım. Burası aslen tam bir meze  tadım yeri bana sorarsanız. Lokantanın sahipleri belli ki meraklı.. Oturup mezeleri çalışmış ve yeni tadlar yakalamışlar.  Balık yemeyi canınız bile çekmiyor. Kısaca Urla havasıyla,suyuyla, yemeğiyle, dostuyla, akrabasıyla bu sene benim gönlümde ayrı bir yer buldu! Galiba gerisi ileriki senelerde gelecek.


Ahh bu bebek kalamarlar!


3 Ağustos 2012 Cuma

Anneler, bakıcılar vs..



Çok çabuk büyüyorlar!!
 Çalışan Kadının en büyük çelişkişi hep söylediğim üzere yeterince çocuğuna zaman ayıramamak duygusu ama galiba çalışmayan kadının en büyük hatası ise çocuğuna  fazla kafayı takmak oluyor. Okulda kapının önünden gitmeyen, çocuğunun gireceği her aktiviteyi, her notu sorgulayan, öğretmenlerin kafasınn etini yiyen, çocuklarını okula götürüp getirirken verdikleri servis hizmetini amme hizmetinden sayan  annelerin günün birinde çocuklarından ayrıldıklarında hayatlarını neyle doldurcaklarını bir yandan merak ederken ve bir yandan da açık konuşmak gerekirse bu yaratılan bir nevi haksız rekabet ortamı içerisinde  bizimkilerin  okuluna, sporuna ve sosyal hayatına daha  fazla nasıl yetişebilirim diye  strese girmişliğim söz konusudur.  Tüm velileri ve çocukları tanıyamamak, ögretmenle, müdür yardımcılarıyla  her görüşülmesi gereken hususu yüzyüze değil de telefonda halletmeye çalışmak, evdeki çalışma, oynama ve dışarıdaki sosyal ortamı uzaktan kumandalı olarak ablaların eliyle yönetmeye çalışmak. Gerçekten bazen bunaltıcı... Esasında  ben gene şanslı kesimdenim.  Okul iş yerime yakın olduğundan -özellikle öyle seçmiş olmamız açıkçası doğru bir aksiyonmuş- ve işyerindeki bu konuda yaklaşımlar oldukça demokratik olduğundan olabildiğince kızımın okuluna, servisin getirip götürmediği aktivitelerine hep zamanında yetişmeye ilgilenmeye  belki de diğer çalışan annelerden daha çok fırsat buldum. Ama ne yapsanız nafile....  Kızınızın bazı arkadaşlarını anlatırken tanımış, hatırlamış gibi kafayı yalancıktan sallamanıza engel olamıyor gene de tüm bunlar.


Sonra bir bakmışsınız gölgelerinize,  boyu boyunuza gelmiş.
Bir de ablalar meselesi var tabi... Tam 11 senedir yatılı bakıcılarla yaşadık. Bundan da çok gocunmadık açıkçası. Çünkü bu bizim için bir zorunluluktu, Allah'a şükür fiziksel koşullarımız çok da dip dibe yaşamamıza sebebiyet vermediğinden, çok fazla bakıcıda değiştirmek zorunda kalmadan hayatımıza devam edebildik.. Ama nasıl? Hep idare, hep idare... Bence evdeki çocuğunuza bakan kadını normal bir işçi/ işveren ilişkisi gibi görmeye çalışırsanız bu ayvayı yediğinizin resmidir.   Ablalar esasında kişinin  en değerli varlığını teslim ettiği sorumlu  konumuna geçer. İşte bu açıdan bakıldığında işin rengi çok değişiyor. Gerçekten üç aşağı beş yukarı iyi bir seçim yaptığınızı görüyorsanız bence diğer kusurları sevgiyle dile getirme ve belki de esasında çok da önemli olamayanlar için dile bile getirmeden hayatı devam ettirmeye bakmak lazım. İlk patronlarımdan Şeyma Hn. “  Kızım sana yemek  yapanlara iyi davranacaksın, hoş tutacaksın” derdi o zamanlar aklı tetris oynamaktan öteye gitmeyen ben  bunu anlamayınca ve “Diğer beraber çalışılanlardan ne farkı var” deyince? “Eeee çünkü yemeğinin içine tükürüverir” derdi.  Zaman bunu hepimize net olarak öğretiyor hiç kimse için  “ O yapmaz!” demek mümkün değil. Hepimizin içinde  hem iyi var hem kötü! Hakikaten bazen  bakıcılara kızarken  aklıma bu söylenenler gelir ve geçiniz yemeği, devrettiğiniz varlığın en küçük bir suiistimale uğraması ihtimalini bile düşününce  hemen kendimi toparlayıp amir ruh halinden çıkıp derhal bir abla ruh haline girmeye çalışırım. Tabii olduğu kadar. Her olaya da tolerans göstermek mümkün değil ama zaten o noktaya gelindiğinde  kapıyı arkada ikisi baş başa kalarak kapatmamanın bence çoktan zamanı geçmiş olabilir. Yani yeni bir bakıcı bakmanın vaktidir.


Bu durumda her nekadar  bir işçi işveren hali uygulamak mümkün olmasa da bu iş tanımına ve bu işte çalışmayı tercih eden kimsin genel özelliklerine kendimce bazı tecrübeler edindim. Mesela;


 Eğer yabancı kadın çalıştırıyorsanız



1- Bilin ki geride dertli ve göz yaşlı en azından zaman zaman problemli bir aile bırakmış bir kadın var. O geçekten para kazanmak için burada. Yoksa kimse ailesini ülkesini geride  aylarca bırakmaz. Bu nedenle para gerçek bağlılık unsurudur. Gerekirse 30 dolar fazlaya sizi terk edebilir. Bu nedenle küçük hesaplar peşinde koşmamak gerekir.

2- İzne giden kadın geri gelmeyebilir. Yerine birini onun bırakmasını sağlayın. Eğer bunu yapıyorsa geri dönme ihtimali fazladır en azından geride kalan bu konuda kendi  şartlarına göre dönmesi için onu ikna edebilir.

3-  Telefon, internet ile iletişim onlar için çok önemlidir. En ucuz  yolu bulmak lazım. Telefon  konusunda minimum belirli bir kontür hesabı için anlaşmak mümkün. Ya da internette alternatifler sağlamak.

4- Temizlik, yemek anlayışı kültürel farklılıklar nedeniyle bizlerden değişik olabilir. İzne gittiğinde odasına girip veya evin köşe bucağını görüp şok olmayın. Çocuğa iyi bakıyorsa, çocuk küçükse arada sırada temizlik için gündelikçi kadın almak gerçekten çözüm olabilir.

5- Genç olanların ilişkisi olabiliyor.  Ve maalesef onların para kazanmasından, yanlızlığından yararlanmak isteyen Türk erkeklerimiz bol. Bu  nefis!!! erkek formatı evinize dahi sirayet edebilir, kadının başına bela kesilebilir. İlişkilerini gözlemlemek, uyarmak, evin telefonunu/ adresini erkek arkadaşlarına verdirtmemek  önemli olabilir.  "Beni ilgilendirmez onun ilişkisi" demeyin. Artık onu da evin bir ferdi olduğunu onun ruh halinin önemli olduğunu kabul edin.

Yerli  ablalar konusunda ise bence  ücretin ötesinde kendisine nasıl davranıldığı evde nasıl konumlandırıldığını da iyi ayarlamak lazım. Bence yerlilerde ön plana çıkanlar

1- İzin konusu onlar için çok değerli. Baştan anlaşın. Bayramlarda evde kadın olsun diyorsunuz açıkta kalma ihtimaliniz var. Çünkü Türkler bayramları kafadan tatil sayıyor.

2-Eğer gündüzlü ise geliş gidiş saatlerini net olarak ortaya koymak çok önemli

3- Mutlaka senelik maaş artış oranlarını baştan konuşun. Uzun süreli çalışmalarda bu çok önemli oluyor. Patron size enflasyon oranında zam vermezken siz bunu uygulamak zorunda kalabilirsiniz.

4- Yeme içme konusunda  hasas olmayın. Evinizi emanet ettiğiniz insandan peynirlerinizi sakınmaya çalışmak ne derece turtarlı. Ama öncelikleri belirlemek neler bittiğinde mutalaka yerine konması gerektiğini ( marketten soylemek, size bittiğini bildirmek  vs)   belirtmek işe yarayabilir. Eve misafir geldiğinde birden kola bitmiş diye telaşlanmayın

5- Yerli hanımlarda kadınlar çalışmak istiyor ama aile bazen taş koyuyor ( çocuğuna bakan kayınvalide, anne,  koca vs) Baştan kadının kendi ailesindeki herkesten teyit aldığından emin olmakta fayda var.

İşte  birden içimden geliveren 11 yıllık  bakıcı deneyimleri bunlar. Ben artık okul zamanı part time, yazın ise gündüzlü bir bakıcı ile çalışıyorum. Ve çok mutluyum. Zorlukları tabii ki var ama daha fazla  özgürlüğün olduğu da kesin.

Bu sefer size tam  bir Ege tarifi vereceğim. Çünkü Çeşmedeyim. Teyzem nefis bir  börülce salatası yaptı hemde çok kolay.

Yeşil incecik, tazecik İzmir börülcesini ayıklayın. 2-3 cm lik parçalara kesin. Kılçık varsa alın. Bunu çok ama çok az yabi 2-3 dk kadar haşlayın ve süzün. Bol zeytinyağı, limon, 3-4 diş sarımsak, tuz sosunda harmanlayın ve buzdolabında bekletin. Ama açıkçası yapan el teyze eli, börülce ise Urla börülcesi olmadıkça garanti veremiyoruz :)












1 Temmuz 2012 Pazar

Yin yoga/ Bizim "Jamie"ye

Ne yazacağımı çok bilemediğim; esasında çok şey yazmak istediğim  güzel bir yaz  öğleden sonrasında Yin yogadan çıkmış aval aval bakınma modundayım. Yin yogayı seviyorum ama  benim için zorlu olanlarından. Yoga için geçenlerde hocamız çok güzel bir tanımlamayı bize aktardı "Yoga, zihinde huzur, bedende zindelik ve yaşamda yararlı olma  amacı"  . Yin Yoga ise esasında vücunuzdan belirli meridyenleri üstünde çalıştığınız (mesela bugün dalak meridyeni üstüne çalıştık) ve hareketlerin içerisinde en az  üç dakika kaldığınız ve belki de oldukça pasif olarak nitelendirebileceğiniz ama bu üç dakikalık sürede zihninizin sizi rahatsız etmek için oyunlar oynadığı ve sizin onunla barışık olarak geçirmeniz gereken hareketler zinciri olarak  tanımlanabilir bence. Gel gör ki beni zihnim "pozisyonda çık, hareket et, pasif kaldın hadi şimdi kendini aktive et" diyen bir zihin. Beni kıpır kıpır kılan da işte bu zihin. Ayy şimdi aklıma geldi eskiden bana " Rahatsızlık Tuba!"  derlerdi :))) Yerimde oturamadığımdan. İşte benim uzun zamandan beri  eğitimimin bu olduğunu düşünüyorum. Gerçekten dinginleşebilmek ve beni sürekli aktive etmeye çalışan zihnime "Teşekkürler ama ben şimdi sakinim." diyerek gülümsemek

Bizim meraklı kedi
Bu oynak zihnin iyi bir yanı var bir taraftan; bizim kedi kadar meraklı...  Bu nedenle beni ben yapan özelliklerime de saygı göstermem gerektiğini düşünüyorum. Son haftaların lafı da bu zaten bizi biz yapan özelliklerimiz, kaybettiğimiz kadar bir çok şeyi de kazanmamıza sebebiyet veren yanlarımız.   Kendine geliştirmek için birçok teknik, taktik ve eğitim var ortalarda. Herkes esasında bir şeyleri değiştirmeye çalışıyor. Ama öyle mi?  Kim bize siyah ve beyazları dikte  ettirmeye kalkarsa hemen filtreleri  devreye sokmak lazım diye düşünür oldum. Her şeyi dinlemek, anlamak ama bize gerçekten gönül sesimizin  doğru gösterdiğini yapmak.. Sentezlemek...

Son merakım fotoğraf çekmek
Geçenlerde sağ lop/ sol lop tartışması yaparken her iki lopun merkezinde yer hippocampus'un beynin hafıza bölümü olduğu ve bizde merak uyandırmayan şeyleri hippocampus'un hafızaya kaydetmediğini yani öğrenmediğimizi gördüm. Kısaca bu meraklı kedi yanıma artık daha iyi gözle baktığımı söylemem lazım. Neyin bizde merak uyandırdığını ise bulmak galiba çok kolay değil.  Bu nedenle yeniliklere açık olmak ve öğretilmiş  zevklerden sıyrılmak lazım. Herkes sinemaya gidiyor ve seviyor diye  biz de illa sinemaya gitmeli miyiz acaba? Belki de dışarda bizi bekleyen çok çocukça olarak nitelendirdiğimiz bir sürü başkaca husular var. Merakımızı celbeden....

Bunu en güzel çocuklarda görüyorum. Olabildiğince farklı şeyler denemeye meraklılar. Biz onlara maymun iştahlı diyoruz bazen ama bırakalım denesinler ve bırakalım onlarda merak uyandıran şeyleri keşfetsinler, keşfetmekten bıkmasınlar. Bugün alınan  seramik hamurunun illaki bir projeye dönüşmemesi,  üç gün sonra bu sefer guaj boya peşine düşülmesi beni ve de kesemi ne kadar rahatsız etse de bunun belirli limitler dahilinde yapılmasına izin verilmesi gerektiğini düşünmeye başladım. İşte yakışıklı (esasında değil ama evde öyle zannedenler var :) şef Jamie bu noktada devreye giriyor. İdil ile  30 dk lık Jamie'nin yemek tariflerini televizyonda seyrederken çok zevk almaya başladık. Jamie, benden çok daha etkili oldu İdil'in üstünde mutfak konusunda ve işte size bugün Jamie'nin yemeklerinden esinlenilen ama tamamen İdil versiyonu olan yemeklerin tariflerini vereceğim.  Minik kedi işbaşında...



İdil içeceği:

Öyle böyle değil çok serinletici.Yin Yogadan sonra çok iyi gidiyor :)

1 portakal suyu ( taze)
1 limon suyu (taze)
1  bardak elma suyu ( kutu)
Küp kesilmiş elmalar
taze nane
bir süraki kadar su ve buz






Ve  Kaşarlı Kırmızı biberler:



5 tane konserve közlenmiş kırmızı biber
Dilimlenmiş taze kaşar
Biberler enine ikiye bölünür içlerine kaşar konulur ve yağlı kağıt yerleştirilmiş teflon veya atese dayanıklı bir kapta üstüne biraz zeytinyağ eklenerek ocakta pişirilir. Erimiş kaşarlar  kağıttan toparlanırken kapışılır.

2 Haziran 2012 Cumartesi

4+4+4/ Bouillabaisse (BUYABES)

Onlar bizim çiçeklerimiz değil mi?
Ben esasında  bloğumda politik herhangi bir yazı yazacağımı hiç düşünmezdim. Kendim politize olmadığımdan değil, sadece polikaya ilişkin bir şeyler yazmanın benim haddim olmadığını düşündüğümden. Ancak  son aylarda çıkan 4+4+4 yasası politikliğin ötesinde bir etki yarattı bende. Galiba işin içinde insanın çoçukları ve onların geleceği varsa gözü kimseleri görmüyor. Hep şu soruyu sordum kendi kendime eğitimde içeriğe ilişkin bu kadar problem varken, OECD yaptığı son araştırmada Türkiye'deki ana derslerin çoğunda öğretmen açığı olduğunu vurgularken ve  devlet okullarındaki bu kötü eğitim sistemi nedeniyle hepimiz çoçuklarımızı  fiyatları tavana vuran özel okullara vermek zorunda kalırken ama gene de çocuklarımız dünya standartlarında eğitim alamaz ve her seferinde değişen sınav sistemlerine yetişeceğim kaygısıyla tüm eğitimleri boyunca  oradan oraya savrulurken, bu da yetmezmiş gibi girilen sınavların yarısında usulsüzlük ortaya çıkıyorken, (Oh Yarabbim! Soluk alsam bir de! Cümleye bak!) neden sadece şekil yönünden bir kaç değişiklik yapılıp gene herkesin sadece neyin nasıl uygulanacağı yolunda kafası karıştırılıyor.   Bu sorunların bir tanesini  bile halletmeye   çalışmazken  ve öte taraftan bu kadar  önemli bir konuda  kanun neden bu kadar çabucak çıkarılıyor? Ilımlıyım ya,  kanunu  madde madde okudum, komisyon başkanını dinledim, kanun hakkındaki  görüşmeleri dinledim, hep daha mantılı bir sebep bulabilmek için... Ama maalesef buladım, tüm yollar ideoloji'ye çıktı ve ben ılımlılığımın son damlasını da galiba bu kanunla kaybettim.  Benim gibi bir sürü insan da bence kaybetti.  Çoçuklarını imam hatip okullarına 11 yaşına gelmeden okutmak isteyen bir grup için tüm sistem hallaç pamuğuna çevrildi.  En basitinden seneye  Eylül'de sistem başlayacak ve mesela,  İdil gibi 4. sınıfı bitirenler seneye birden ortaokula başlıyor bulacaklar kendilerini. Geçen gün kızımın okulunun bu konudaki toplantısına gittim. İnanamadım, çünkü bas bas bağrılan, olaylı seçmeli derslerin listesi bile Bakanlık tarafından okullara gönderilmemiş. Özel okullar için değişen tek şey zavallı ortaokul  branş dersleri  öğretmenlerinin karşılarında bir yaş küçük, yabancı dil açısından  bu branş derslerini almaya hazır olmayan öğrencileri bulmaları olacak.  Çocukların sınıfları dağılacak, sınıf öğretmenlerine bir sene  önce veda edecek ve hazır olmayan bir sistemin içerisinde fırtınadaki gemi misali yalpalayp duracaklar. Sonuçta "iyi oldu" diyebileceğimiz ne oldu çok merak ediyorum?

Ve eskiden kapanan yabancı dilde eğitim yapan  kolejlerin  zorunlu 8 yıllık ilk öğretim zamanında kapanan orta okulları tekrar açılabilecek. Hem de kendi giriş sistemlerini kendileri belirleyerek ama muhtemelen İdil 'le aynı sınıfta olanlar buna yetişemeyecek  ama arkalarından gelenler böyle bir alternatifi elde edecekler. Belki bu fırsatlarını ilerde  o okulların liselerine geçerken de kullanacaklar. Hani eşitlik?

Bir diğer örnekse seneye ilkokula başlayacakları söylenen çoçuklar için söz konusu. Çocuklar ve öğretmenler bu yaş grubuna  1. sınıf  eğitimi vermek için eğitildi mi? Zavallılar seneye  neye uğradıklarına şaşıracaklar.  Hatta hangisinin gideceği hangisinin gitmeyeceği bile bir sorun.. vb daha niceleri.

Tüm bu karşıklığın üstüne sevgili  ablam ve enişte beyin Buyabes'i bence çok iyi gider. Biz ve çocuklarımız aynı Buyabes'in içinde savrulan balıklar gibiyiz zira şu ara...

Bouillabaisse

- 3  dilim taze somon  
- 450 gr fener balığı file, 4 cm lik küpler halinde
- 400 gr levrek file,  her biri üç parçaya bölünmüş
- 12 adet büyük karides, ayıklanmış
- 5 yemek keşığı zeytinyağı
- 2 adet soğan küp küp doğranmış
-1  tatlı kaşığı rezene tohumu
- 3 adet doğranmış sarımsak
- 1 adet  ince dilimlenmiş pırasa
- 4  adet doğranmış domates
- 1 yemek kaşığı domates salçası
- 1 küçük demet maydanoz
- 3 dal taze kekik
- 2 adet defne yaprağı
- 1 tatlı kaşığı  rendelenmiş  portakal kabuğu
- 500 ml balık suyu  veya normal su
- 1  tutam  safran
- 1-2 çay kaşığı tuz
- varsa 10 -15 adet midye

Yağı  genişçe tencerede  kızdır ve soğanları, sarımsağı, ve pırasayı yumuşayıncaya kadar kavur.Sonra rezene, salça, karides, maydanoz, kekik, ve defne yaprağını ekle. Sonra portakal kabuğunu, safranı , balık suyunu ekle bu karışıma ve 30 dk kadar   pişir.  Sonra ateşi kıs  balıkları, karidesi ve midyeleri ekle.  Karidesler pembeleşinceye kadar ve   somon  pişip   kolayca dağılmaya  
başlayıncaya kadar ateşte kalsın. Sonra ısıtılmış tabakta maydanoz dökerek üstüne servis yap.

Bu Fransız balık haşlaması abana sorarsanız harika bir Pazar erken akşam yemeği  menüsüne pek yakışır. Hem de iyi bir beyaz şarabınız varsa hadi hemen buzdolabına, şimdiden soğutmaya.




22 Nisan 2012 Pazar

KIPRIS/ KARPAZ

Girne
Niazi's Girne Dome otel karşısı
nefis bir kebapçı
Kıprıs!! ( yerel insanlar böyle söylüyor ve nedenini anladım galiba) esasında benim için doksanların başında ilk gördüğüm el arabasında satılan küçük enginarları, kolonyal adliye binası ve nedense iyi iç çamaşırları  ( trimfit'in buraya ait bir marka olduğunu zannediyordum açıkçası) ile küçücük bir memleket olarak kalmış kafamda.   Dome otelin yüksek tavanlı odasından camı ve eski kepenkleri açıp denizle karşı karşıya kaldığım "Küçük Girne" den öteye gidememiş Kıbrıs hakkında kafamdaki imaj... Geçen sene bir hafta sonu işten insanlarla geldik. Cratos'ta kaldım. Tabii ihtişamın bini bir para. Yemekler, odalar çıkan yangın sonucunda halen yanık plastik koksa da  gayet hoş falan... Ama ben de daha görülecek çok yer var duygusu uyandırdı Kıbrıs, çünkü bu kısa gidip gelmelerin sonucunda sadece Girne ve Lefkoşa'ya  görebilmek mümkün oldu. Oysa daha lokal yerler görme isteğim var serde! Buna uyarak İdil'in bahar tatilinde daha uzun süreli kaçabildik bu sefer. Bir de daha fazla bağımız var diye hissediyoruz tabii Kıbrıs'la çünkü Kuzen ve ailesi yaşıyor burada. İşyerinden senelerce kendisine anlattırdığım memeleketine ait notları, bilgileri de Ramadan' dan kapıp, kuzenden de milyonlarca linki aldıktan sonra kafamda biraz daha gezi haritası oluşmaya başladı.

Lala Paşa Camii Gazimagusa
İlk gün rota olarak  adanın küzey doğu bölgesi yani adanın o sivri burun tarafı, Karpaz bölgesine yol aldık. Ama önce Ebuş'un tavsiyesi üzerine  Gazimagusa ( Mağusa!)'ya uğrandı. Burası surlarla çevrili ve içinde Lusignan'lardan kalma güzel gotik bir katedrali, ( buradaki katedrallerin tepesinde bir minare var ve haliylen buranın adı Lala Paşa Cami. Bu da Kıbrıs'ın esasında geçirdiği tarihi evrimlerin göstergesi adeta)  meydanını, Namık Kemal'in sürgünde kaldığı evi görüp Con kahvelerimizi aldıktan sonra ( buranın kahvesi farklı ve bence çok güzel. İsmi de pek hoş.  Tarık'tan gelen bilgiye göre, Jön Türk akımı Kıbrısta da görülüyor ve fakat  Jön lafı yerel ağızda Con diye söylenebiliyor, bunlardan biri kahve işleme işine girince de ismini CON koyuyor haliyle. Bu çok daha  hafif sanki kakaolu gibi bir kahve, isterseniz  çifte kavrulmuşu var. Ama ben sevdim diye herkes sevmek zorunda ya, hediye olarak bu kahveden almayı pek bir seviyorum.).  Direksiyonu sağ tarafta olan kiralık arabamıza atlayıp kendimizi Karpaz  bölgesinde İskele  semtinde buluyoruz. Buluyoruz diyorum çünkü esasında güyya giderken Salamis harbelere ve St Barnabas kilisesini görecektik ama yanlışlıkla buraları geçiyoruz. Hadi tamam itiraf edeyim, bulamıyoruz.

Biz de  daha ziyade Kıbrıs'lıların yazlık bölgesi olan İskele'de methedilen Kemal'in yerine oturup  ahtopot ve lagoslarımızı söyleyerek acımızı dindirmeye çalışyoruz. Burada  kaynanasının yüzüne benzediği için dayanamayıp kafasını kesip attığı lagosların adeta bir Çin yemeği versiyonunu yiyiyoruz.  Madalyon madalyon kesilmiş yağda kızartılmış ve acılı bir sos eklenmiş.  İçerisinde kızarmış kocaman biberler ise cabası. Bence harika olmuş.

Aya Trias'ın M.Ö.5-6 yüzyıllardan kalma yer mozaikleri
Sandaletlere bayıldım!
Oradan  Yeni Erenköy'ü geçtikten sonra Sipahi köyü içerisinde yer alan Aya Trias kilisesi mozaiklerini görüp,  Dip  Karpaz semtine geçiyoruz. Her taraf kilise dolu. Buranın Rum'larla ne kadar paylaşılmış bir diyar olduğunu anlamamak mümkün değil. Kalan birkaç Rum'un lokantasının önünden geçiyoruz ve Zafer burnundaki koruma alanının içerisinde kalan Altın Kumsal'a gidiyoruz.




Altın Kumsal!
Burada Burhan's Place www.burhansgoldenbeach.com bir kaç ahsap bungalovu ve lokantası olan bir plaj işletmesi. Ama Altın Kumsal öyle bakir ve öyle  enerjisi yüksek bir yer ki, gözün ne yemek ne içmek görüyor. Sadece daha fazla  bu havayı nasıl içime çekebilirim  diyorsun. Altın Kumsal'a Caretta'lar Haziran, Temmuz gibi yumurtalarını bırakıyorlarmış ve Ağustos sonu Eylül başı çıkan küçük kablumbağaları gönüllülerin eşliğinde görmek mümkün oluyormuş. Aklımın bir kenarına yazıyorum "Bu bungalovlarda geceleyin denizi sesi dinlenip yıldızlara bakılacak ve küçük Carettaların hayat mücadelesi izlenecek"









Kıbrıs'a giden Şeftali Kebabı ( Yani esasında Şef Ali'ymiş adı.) nı yemeden dönmez heralde  biz de öyle yaptık.  Girne'deki Niazi'nin yeri  bu  konuda bence çok iyidi. Keçi veya  koyunun diyafram zarına belki baska bir adıyla gömleğe sarılı kıyma, soğan ve maydonuzlu bir köfte şişte yapılıyor. Esasında tarif aynen bundan ibaret ve düşündüğümden çok daha kolay

1/2 kilo dana/koyun karışık kıyma
250 gr.  koyun gömlek
Yaklaşık 2 tane kuru soğan
Yarım demet maydonoz
tuz
karabiber

Hazırlanışı:
Soğanı çok ince küp küp doğrayın.Maydonozlarıda ince kıyın. Kıymaya soğan, maydonoz, tuz ve karabiberle iyice yoğurun. Sonra  harcı şekillendirerek oval uzun  büyükcene köfte biçimine getirin Gömleği köfteleri  sarabilecek parçalara bölün. Köfteleri  şişe geçirin. Mangalda pişirilmesi şart bence...

25 Mart 2012 Pazar

The Magic Of Reality/ Can'ın tavuklu krebi

Bundan yaklaşık bir ay evvel  40 yaş sendromunun  getirdiği esintiyle kendime  bir meditasyon cd si almaya karar verdim. Amazon.co.uk' de bakınırken, hazır paket geliyor diyerek bir de herkesin methettiği ve  işe gidip gelirken dinlemenin çok zevkli olduğunu söyledikleri audio book'lardan alayım dedim. Best seller'lar beni açmadı. Gene içsel gelişim mi dersiniz yoksa kişisel gelişim mi?  İşte öyle olduğunu düşündüğüm bir kitabı alelacele ısmarlayıverdim. "The  Magic of Reality" ... Benim meditasyon cd si fena değildi ama diğer audio book tam bir şok etkisi yarattı. Zira kitap bir bilim, ilim  kitabı çıktı. Gökkuşağından, depremlere, uzaylılardan,  hastalıklara kadar herşeyi tamamen ve %100  ilmi bir şekilde açıklıyordu. Kendi kendime dedim ki "Bu bana bir mesaj olsa gerek", mesaj da şu; "Gerçeğe geri dön" . Hiçbir şeyin tesadüf olmadığına gönülden inanan ben, "Bu kitabı mutlaka dinlemem lazım" dedim.  Her bir bölümün sonunda "Dur bakalım şimdi galiba manalı bir şey söyleyecek" derken tam tersi  şeyler duyuyordum. Özellikle hastalıklar kısmında ve neden bazı büyük hastalıklar bizi bulur  sorusu hakkında kitap aynen şunu diyordu " Hiç bir şaşırtıcı yanı yok. Bu bir olasılık hesabı, nasıl ki tenis maçında bir kazanan bir kaybeden olmak zorundadır, dünya da  hastalananlar olacak ve bu üç yaşındaki çoçuk da olabilir, yetmiş yaşındaki adam da. Neden ben? sorusunun hiç bir manası yok" İşte o anda benim tepem atmaya başladı. 4-5 Cd yi fen dersi dinler gibi dinlemiştim ama bir an farkettim ki bilim adamlarının hepsi böyle düşünüyorsa hayatları çok sıkıcı olsa gerek. İnancın olmadığı yerde  umuda hiç her yoktu.  Hayatın hiç bir anlamı olmayıp hepimiz balıktan gelme atalarımızın soyunu devam ettirmeye çalışan  ve nispeten evrim geçirmiş zavallı yaratıklardık! Bu durum bana pek bir  iç karartıcı geldi açıkçası.

Hee kitabın hiç mi  iyi yanı yoktu, var ; birincisi arabada   kitap dinlemek hakikaten insanı zamanını yararlı geçirmiş hissiyle dolduruyor, ikincisi bilimsel olarak yanlış  bir takım bilgilerimi düzeltme imkanı buldum. Mesela dünyanın güneş etrafındaki yörüngesinin esasında neredeyse daire olduğu, elips değil, gibi...  Ama en önemlisi  şüpheci mizacım için  çok güzel bir mazeret buldum. O da Darwin'in doğal seleksiyon teorisi içerisinde süpheci davranan varlıklar soylarını sürdürmeye daha meyilli yaratıklar oluyorlarmış:) İşte bu kısım hoşuma gitti! Meslek hastalığım olan şüpheciliğime artık daha iyimser ve daha içgüdüsel olduğunu düşünerek  bakmak bana iyi geldi. Tabii paranoyaklığa kaçmadığım sürece :)

Bugün nefis bir hava vardı dışarıda. Her hafta sonu fotoğraf dersinde  işlediğimiz konuya ilişkin çekimler yapıyorum. Bu haftsonu elimde makina aylak aylak dolaşırken yandaki komuşumuzun kuzeni Can'ın Avustralya'dan geldiğini ve yemek yaptığını  duydum.  Can bir şef ve Avusturalya'da lokanta işletiyor. Yani tarif değerli! Tavuklu krebi hepimiz   sinema seyreder gibi seyrettik. Ben de  tam yerine düştüm hem fotograf çektim hem de yeni  bir tarif öğrendim. Bu sefer fotoğraflarla vereceğim tarifi:


Tavuklu Krep:

Genç şef Can Özcan önce
 bahçede koşuşan
tavuklarla
ilgilenebilmek
için bıçağını biliyor :)

5 adet  göğüsü jülyen kes
3 adet küçük soğanı ay biçimende doğra
3 adet sarımsak doğra. 
Derin tavaya önce sıvı yağ dök ve soğanı, sarımsağı ardından tavukları kavur.
Tavuklu karışım
Sonra  ince kesilmiş kırmızı ve yeşil biberleri ve konserve mısır ekle. Bir kutu krema ile pişirmeye devam et. Ancak bu karışım suyu çekmeyecek ve özellikle biberler diri kalacak. Tuz ve karabiber izne tabi değil!

Krep:
Daha sonra iki kahve fincanı kadar un göz kararı sütü ve bir tutam tuzu ve   iki avuç kadar kıyılmış maydanozu içine  kat ve krep karışımını iki yumurta ekleyerek çırp. Boza kıvamı olacak hatta biraz daha akışkanı. 22 cmlik tavaya sıvı yağ koyup karışımı ince tabaka halinde yayarak pişir.

Sonra kreplerin ortasına  tavuklu karışımı eşit,uzun, sosunu süzerek ser ve  rulo yap. Yağlı kağıda  yerleştir. Üzerine rendelenmiş taze kaşar  ile fırınla.175 derece fırında 15 dk max.fırında  pişir.

Üstüne kaşar rendelenmiş kaşar konulmuş  ve fırınlanmış kreplerimiz! Bu resim sonda olmalı ama bende bir yamukluk var bu aksam! Tavukları içine koyup sararken suyunu süzün ve tavada bırakın
Krebe maydanoz eklemek ve tavada eşit
ve ince dağılmasını sağlamak işin ufak tüyoları. Tava 22 cm lik

İncecik kreplerimiz





Tavuklu karışımdan kalan sosa  bir çorba kaşığı  sulandırılmış mısır nişastası ilave edin. Ve küçük bir sos kabında pişirin. 2 tatlı kaşığı Dijon hardalı ve bir kutu krema daha katın. Krebinizin sosu hazır! Çocuklar bayıldı. Ben de!

26 Şubat 2012 Pazar

Gez, Seyret, Oku/ Rokforlu, etli penne

Bilmiyorum  başkalarına da olur mu ama bazı haftalar bana "Okumak" isteği gelir. Giderim kitaplar alırım, elimdeki zaten hep yarımdır, diğerine de dayanamaz  başlar, garip bir halde birkaç kitabı bir anda okumaya çalışırım ama aklım gene de diğerlerinde  kalır.  Bazense bir hal olur  acaip oraya buraya gidesim gelir. Seyahat programları yapılır,  destinasyonlar belirlenir yarın gidilecekmiş gibi detaylara bakılır, olmadı  mutaka İstanbul'un bir yerleri tavaf edilir, müze, manzara görülür. Bazen de bana "Seyret" durumu gelir. Sinemaya, tiyatroya, konsere gidesim, bir sürü kaçırdığım filmi, programı o dönem kana kana seyredesim tutar. Aynı susamış gibi, acıkmış gibi.  Bu esasında zavallı çalışan insanın girdiği bir sendrom olsa gerek. "Hayatı kaçırıyor muyum?" endişesi sarar çalışan insanı. Çalışan kadını ise daha çok. Çocuğun büyümesini, yeni gelen filmleri, okunması gerekenleri, gezilmesi gereken yerleri kaçırıyor muyum? Esasında hayatın büyük bir kısmını ister istemiz işte geçirirsiniz. O da bir gelişim, o da hayatın içerisindeki diğer bir hayat. Ama bir de sizin  aylak aylak yaşamak istediğiniz, meraklanmak, sadece kendinizin yapmak istediği şeyler için yorulmak, zamanınızı istediğiniz gibi, o an içinizden gelenle doldurmak arzusu vardır.. Kısaca bence gerçek hayat. İşte onu kaçırdığınız korkusu insana bu hisleri yaşatır..

Bu hafta    benim "Seyret" haftalarımdandı. Üç güzel film seyrettim  ve esasında üçünün de ortak noktası üç ayrı kadın veya onların çevresindekiler. "Bad Teacher"daki esasında sadece zengin koca bulmak için eğretiden öğretmenlik yapan ve potansiyelini  har vurup harman savuran kadın, "The Iron Lady" deki güçlü, son derece kararlı ama en sonunda egosuna yenik düşen kadın, "The Descendants" daki ihmal edilmişlik karşısında  kendini adrenalin sporlarına vurmuş, sevgiyi başka adamlarda aramış olan  komadaki kadının  kocası ve ailesi.  Bad  Teacher'daki Cameron Diaz'ın tiplemesine bayıldım.
Meryl Streep'e zaten laf yok. Kadın resmen bir süreliğine filmdeki adıyla "M.T." ruh haline girmiş çok belli. 

"The Descendants"taki  George 'cuğum ise tabii ki gözümüzün  ve gönlümüzün nuru! "Ahh bu adam aldatılır mı?" demeyin, öyle güzel kıpti avukat rolüne girmiş ki George;  insan  bir an onun yakışıklı George olduğunu unutuyor. Ben çok sade ve güzel buldum filmi. Hiç Amerikan sineması abartısı yok.

Bu arada içinde şarküteri olmadan etle yapılmış makarna sosu ben pek bilmem ve böyle bir tarife de pek rastlamadım. Ama geçenlerde  elimdeki Quick from Scratch Pasta isimli kitaptan çok güzel etli sos tarifleri buldum.  Biri gayet başarılı  oldu. Hatta İdil seninle ilgili bir tarif sorsalar ben bu makarnanınkini veririm diyerek onayı bastı diyebilirim.

Malzemeler:
2  çorba kaşığı  zeytinyağı
400 gr  2 cm lik kareler halinde kesilmiş kuş başı et
1,5 tatlı kaşığı tuz
1 tatlı kaşığı   çekilmiş karabiber
200 gr dilimlenmiş  mantar
1 adet arpacık soğanı  ya da
1 tane taze soğan - ince ince doğranmış
1   cup  suda çözülmüş tavuk suyu ( bu yeni jel olanlar bence başarılı) ama tabii en güzeli evde yapılan
1 tatlı kaşığı Worcestershire sosu
80 gr rokfor peyniri
1 kutu krema
2 çorba kaşığı doğranmış maydanoz

Hazırlanışı:
Yağın yarısını derincene bir tavada  ısıtıp etleri  kavurmaya başlayın. Biraz  karabiberinizden atın. 4-5 dakika kavurup ayrı bir yere alın. Yarı pişmiş olmalı. Sonra yağın kalan kısmını ekleyin ve mantarları sotelemeye başlayın tuzun yarısını ekleyin, sonra soğanları. Worcestershire sosunu ekleyin. Biraz da onlar pişsin arkasından tekrar etleri ekleyin tavuk suyunuzu katın ve biraz daha suyunu çektirin. Çok da değil ama... arkasından kremanızını ve küçük parçalara ayrılmış peyniri ekleyin ve içinde eritin. Tuz ve kararbiber ekleyin.  Haşladığınız penne veya Rigatoni makarnanızla birlikte sosu sıcakken karıştırın. Tabaklara koyduktan sonra üzerine maydanoz serpiştirerek servis edin.

Sonuç çok iyi..  Bu nedenle kocaman bir foto bile koydum ayrıntılar görünsün diye. Pazartesi fotograf kursunua başlıyorum.. Bak ne görseller çekeceğim blog için.. Heyooooo !!!

12 Şubat 2012 Pazar

Bu bir teşekkür yazısıdır / 40 uçurmaca

Tacım dahi unutulmamıştı!
Evet, Oscar alamadım,  ya da Meltem gibi tanıdıklarım olmadığından  en azından törende boy gösteremedim, ama bu sene yaş günümde Oscar almış kadar sevinçliydim.  Tamam 40 yaş özel bir yaş, ama bu kadarını beklemiyordum. Sevildiğini doya doya hissetmek ne güzel! Herşey 3 Subat günü başladı. Bizim işyerinin hoş  bir adeti var doğum günlerinde izin veriyorlar. Ben de bunu İdil'le birlikte geçirmek adına yarı yıl tatiline denk getirmek istedim. Güyyaa Hakan'nın show room'una gideceğiz İdil ve Hakan elbise modelleri çizecekler,  oradan Nilhan'a gideceğiz çoçuklar görüşecekler ve beyler akşam bize katılınca belki dışarı kaçacağız falan... Ama hiç böyle olmadı bizim doğum günü çetesinin başı Murat  sabahın köründe artık çetenin elinde olduğumu ve  çantamı  toparlamamı söyledi. "Kim? Nereye?" falan derken en küçük çete elemanıyla birlikte Güral Hotel Sapanca'da buldum kendimi.  Sıcacık sulara girmeyi, acayip masajlar yaptırmayı ve orasına burasına bilimum aromatik yağları sürdürmeyi seven bendeniz için ideal bir ortam!   Artık Balili ablalardan masaj mı istersin,  "Yaş kemale erdi, ne kadar bulansa o kadar iyidir" deyip bilimum kozmatiklerle cilt bakımları mı? Bir dediğim iki edilmedi. Bir kadını mutlu etmek mi istiyorsunuz beyler size tiyo "Bu hafta sonu sadece senin istediklerin yapılacak" deyin olay bitsin :)  

Çete başı organizasyona hazırlanıyor!
Ben bu güzel iki günün ardından Riva da  adeta bana "Hadi Tuba, kırk mırk, bak yapıyorum sana kıyağı mı?" diyen bir açık havada balığımı yemiş ağzım kulaklarımda, kafamda halen sabah yaptırdığım ve iki saat yıkamakla yasaklı olduğum yağlar dururken eve bir girdim daha doğrusu sürüklendim,- ki ne göreyim karşımda, canım  arkadaşlarım ve ailem. O anda  çok garip bir şey oluyor ve müthiş bir minnet duyuyorsunuz. Size vakit ayırdıkları için, bu organizasyonun bir parçası oldukları için ve en önemlisi sizi önemsediklerini göstermek için çaba sarfettileri için . Hayatta yaptığımız en önemli hatalardan biri "Yav zaten biliyor benim onu ne kadar sevdiğimi, önemsediğimi" diyerek oturduğumuz yerde oturmaktır. Eğer bu kadar karşımızdakini önemsiyorsak neden  biraz da  ruhunu beslemiyoruz? Mutluluk veren, mutluluk bulur!

Sayın  Çete başı  ( ve en büyük alkışı hak eden), küçüğünden büyüğüne tüm elemanları ve destekçileri;   Hepinize şükraan! Ve diğer tüm günümü unutmayan, kalkıp gelen, mesaj çeken, arayan, facebook'a yazan arkadaşlarım,  beni çok mutlu ettiniz !!
Kala çiçeğinin bendeki yeri büyük bu ayrıntıyı yakalayabilene:)
Divan'ın pastasını herkes çok beğendi.
Kadehe dikkat lütfen! O bana özel! İrfan Bey'in zarif hediyesi.

Sevgili ailem ve dostlarım

Bir de benim çatlak arkadaşlarım sayesinde yapılan videom var. Dünya'nın çeşitli yerlerinden, kuzen Esra sayesinden Kanada'dan, Hasret sayesinde Dubai'den, ve tam sayı olarak kırkı tutturamasalar da  yapılmış  olunan, çeşitli mekanlarda çekilmis  doğum günü mesajlarım! Müthiş!  Kanada'da yapılmış çekimlerde beylerin herbiri kendi dilinde ve kendi bayraklarının önünde, süper şekerler.  Yapımcı ve yönetmen Sera,  diğer Kerem, Kıvanç ve Cem ise yerli yönetmenlerimizden :) Montaj tabii ki Ares Media! Seyrettiğiniz herşey hayal ürünüdür;)

Geçen gün TV'de burçlara göre alınacak hediyeler anlatılırken aynen şöyle dediler: " Kova emeğe çok kıymet verir ve ona emeğinizle sunduğunuz herşeye hayran kalır" O kadar doğru ki. Bunu bilenler bana hep kendi emeklerini çabalarını ortaya koydukları  hediyeler verirler. Aynı bu video gibi,  aynı büyük bir emek sarfedilmiş haftasonu organizasyonum ve partim gibi. Benim için çok kıymetli hediyeler! Diğer hediyelerim de bende saklı yanlız ;)

Lütfen seyredin ve gülün.. Eee yaş  40 olunca işte insan galiba artık bunlarla eğleniyor.

http://tubacetin.shutterfly.com/pictures/79


Bu sefer yemek tarifi yok. Ama otelde nefis bir çay içtim. Şöyle ki: minik minik kesilmiş kurutulmuş elmalar (1 tatlı kaşığı) ( bilmiyorum aktarlarda elma çayı olarak mı satılıyor?)  yine bir tatlı kaşığı tane rezene, birkaç tane kuru kuş burnu,  biraz bal ve limon. Bunları bir fincana, ya da küçük bir demlikte birlikte demleyin.  Çok beğendim. Üşenmedim tarifini aldım. Çoçuklar bayılabilir!  Ya da yaşı müsait olanlar ;)

27 Ocak 2012 Cuma

Twitleyebildiklerimizden misiniz?

Bu karlı sabahta gün boyu aklıma gelen "Çalışan Kadın" hinliklerini twitlemeye karar verdim. Zaten bir  Twitter hesabım kendi adıma var ama bu seferki hinliklere ve cinliklere özel! Coffeeteame'de görüşürüz!  https://twitter.com/coffee_tea_me

20 Ocak 2012 Cuma

It's all about marketing!/ Cheesecake

İş yerindeki odamın duvarları pek inceydi bir zamanlar. Yanda yapılan konuşmaları pek rahatlıkla duyduğum gibi, ezelden beri volümü ayarsız bir hatun olduğum için yanda toplantı yapanlar da beni zannediyorum stereo yayında dinliyorlardı.  Bu şeffaf ortam nedeniyle yanda yapılan iş görüşme mulakatlarını duyardım  bazen. Aman gelen neler anlatır neler... Allahım bu kadar mı  laf türetebilinir? Herkes alleme-i cihan.   "Bu  olsa olsa marketing" derdim kendi kendime. Sonra gittiğim seminerlerde, toplantılarda, girilen tele konferanslarda hep yerli yersiz ama mutlaka kendini göstermek ihtiyacı hisseden insanlarla karşılaşınca anlamaya başladım ki "in olan" kişinin kendini tabir-i caiz ise  "market" ( pazarlaması diyemiyorum bana biraz avam geldi) etmesi.  Son noktayı geçen gün gördüğüm bir dijital kitap reklamı koydu. Ulvi saydığımız! avukatlık mesleğinin de pazarlama kitabı çıkmış... "İşte!" dedim kendi kendime "Kefeni yırttık, artık servis sektöründe olduğumuzu kabul eden birileri sonunda çıktı". Takdir de etmedim değil.  Zira ben hakikaten servis sektöründe olduğumuzu düşünüyorum bugün başarılı avukat tanımı içerisinde sokulanların hepsine dönüp bakın aslen pazarlama tekniklerini doğru kullanmış olanladır. Üzülerek söylemeyim ki bunlar en iyi avukatlar da olmak zorunda hiç değiller.  Zaten bu da oldukça göreceli bir kavram. Kimine göre iyi avukat mahkemelerde iyi sonuç alan kimine göre ise en doğru hukuki görüşü veren ve doktrin bilgisine sahip olandır. Bu iki meziyet zaten günümüzde  çoğu zaman çakışmıyor. Bu nedenle iyi avukat kavramı da kişiden kişiye haliyle değişiyor. Hepsini bir kenara attıp ben halen çok basit kriterlede takılmış vaziyetteyim mesela avukat güvenilir olmalı.  Doktorumsa çalışkan ve takipçi gibi... Kim neyi ne kadar pazarlarsa pazarlasın en sonunda ağızda ne tad bıraktığı pek önem arz ediyor benim için.

Bu pazarlama konusu için çok iyi bir örneğim var, Elvan harika cheesecake yapar. Bana da tarifini verdi. Viyana'da turizm okumuş olan arkadaşımın verdiği tarifi ben nedense oradaki okulundan öğrendiği bir tarif olarak kafama yazıp hayır amaçlı satış yapmam gereken her  yerde  pastayı böyle pazarladım.  Tamam tarif  zaten başarılı ama bana sorarsınız pazarlama kesin etkili oldu ve benim cheesecake hafif bir nam salma durumuna girdi. Sonra bir gün Elvan'a durumu anlatınca o da bana "Ablamın kulağı çınlasın" diyivermez mi ? " "Ne alaka?" diye sorunca " Eee onun tarifi" ...  Ben de hemen kendi kafamda kalan masum ama tamamen bir yalandan ibaret olduğunu anladığım hikayeyi anlattım.  Hepmiz pek güldük ve bu durumu sır olarak saklamak konusunda mutabık kaldık. Ta ki ben bunu şu an bozana kadar.

İşte  meşhur cheesecake:

Taban:

1 Paket iyice ufalanmış Burçak bisküvi
80 gr eritilmiş tereyağ eritilmiş  tereyağ

iyice birbirlerine karıştırılıp kelepçeli çemberin tabanına eşit oranda kaplanır. Hatta altına yağlı kağıt koymak benim gibi bir çok çemberi mahvetmenizi engelleyecek akılcı bir çözüm olabilir! 10 dk kadar 150 derece fırında fırınlanır ve çıkartılır.

Krema:

3 Paket Pınar Beyaz krem peynir (Üzgünüm! Bence marka fark ediyor. Şu Labne olayını ise lütfen es geçin Labne dolgu kremesını sıkılaştırıyor ve sert olmasına sebebiyet veriyor)
1 su bardağı toz şeker
Yarım limon suyu
1 kutu çiğ krema
2 yemek kaşığı mısır nişastası ( nişastayı dolu kaşık koyun ama tepeleme değil)

Cheesecake bizim evin en sevilen doğum günü pastası
Şimdi önemli bir ayrıntı var, peyniri öncelikle çatalla ve patates ezicisiyle ezin . Diğer malzemeleri içerisine koyun ve mikserle çıırpın. Ancak lütfen kendinizi kaptırmayın ve çok çırtpayın, maks. 3 dk. Zira bu bir kek değil bol hava kabarcığı yapmaya çalışmak çok dağılmasına sebebiyet veriyor.
10 ila 15 dk ısınmış fırına 175 derecede sallayın gitsin. 30 veya 40 dk yeterli. Üstü hafif kahverengileşecek. Çatlayabilir de.. üzülmek yok ... bu onun güzel olduğunun göstergesi.

Sos:
Vişne bu konuda en başarılısı. Zira frambuaz, böğürtlen, çikolata hepsini denemiş bulunuyorum hiçbirisi visne gibi yakışmıyor.
1 Kutu ( galiba onlar 250 gr) donmuş vişne ise  1 bardak su ilave et, 1,5 yemek kaşığı mısır nişastası, 2 bardak şeker, birlikte kaynat.
Ya da esaaas (gene isim vereceğim) Tukaş'ın konserve visnesi bu iş için şahanee. Tabii bulursanız. Önce konservenin suyunu ayır 1,5 yemek kaşığı nişasta ( tabii ki mısır :) ile pişir. Vişneleri ekle ve kaynat. Reçel kıvamına gelince ateşten indir.

Cheesecake biraz soğumuş halde iken sosu ( tabii kaynar halde olmasın) üstüne dök. Görseli rahatsız olanlar için çatlak bir güzel kapandı mı? Eeee marketing önemli... Ve mümkünse 24 saat buzdolabında beklet. İyi cheesecake bayat olanı... taze değil...Yaaa:)