Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Ekim 2013 Pazar

Riyad / UmAli

Riyad'a ilk gideceğimizi duyduğum zaman açıkçası bende biraz panikleme emareleri görülmeye başlandı:) Endişemin haklılığını veya haksızlığını savunmayacağım . Ama bilinmeyen her zaman bende şüphe yaratmıştır, şüphe de endişe... Şöyle ki; Sudi Arabistan'a gitmiş olan kişilerin bilgileri Hac veya daha ziyade Umre ile sınırlı kalmakla beraber, diğer bölgelere iş veya ziyaret için gitmiş kişiler de hep erkek... Bir kere Umre ve Hac'ın giyiniş tarzından tutun, alınan  vize için yapılan başvurular dahi farklı. Erkeklerin ise bu ülkeyi ziyaret ederken  maruz kaldıkları sınırlamalar gayet kısıtlı. Onlara sorsanız  fazla uyulması gereken kural yok. Ama resmi web sitelerine bakarsanız durum tamamen farklı. Orada yaşayan ve Türk Konsoloslugundaki tanıdıklarımız  sayesinde edindiğimiz bilgiler ise halen kafamızdaki soru işaretlerini gideremişti.  Öncelikle bu ülkeye giderken nasıl kapanıyorsun, bu kıyafetleri nasıl buluyorsun, kadın erkek beraber seyahat ediyorsa neler oluyor? vs. Ben en iyisi kendi yaşadıklarımı anlatayım giden gelene belki bir yardımım olur. Çünkü görüşler ve algılamalar da farklı olabiliyor. Benim anladığım zaten kanunlar ile uygulananlar da bazen farklılık gösterebiliyor.

Ülkede fotograf çekmek yasak.
Bu bilgiyi almadan önceki bir poz...
Herkesten aldığımız tek ortak bir bilgi vardı o da  eğer kutsal yerlere ziyarete gidiyorsanız kapanma usulleri daha serbest ya da hacca gidiyosanız zaten kılık kıyafet baştan belli ama bizim gibi  özellikle daha muhafazakar olan Riyad şehrine gidecekseniz kendinize bir abaya  almanız gerekiyor. İşteeee, zurnanın zırt dediği yer burası. Türkiye'de esasında satılanlar ferace denilen çarşaf tarzında şeyler. Oysa abaya daha çok cübbeye benzer bir yapıya sahip. Veeee Türkiye'de  bulamıyorsunuz. Belki Fatih'te falan çok özel yerlerde olabilir  ama Türkiye'deki kapanma  usulleri Abaya'yı  bence  pek içermiyor. Bu nedenle bir öğle tatilinde dekolte gömlekli, mini etekli hanımlar olarak güle oynaya kendimizi Kadıköy'deki  Tekbir mağzasında bulduk. Herkesin şaşkın bakışları içerisinde yine güle oynaya feracelerimizi denedik. Mağzadakilerin bize iyi parçaları satmak konusunda gayet isteksiz olduklarını söylemem lazım. Çünkü kimdik biz? Neden bunları almaya çalışıyorduk? Hemen "Umreye mi gidiyorsunuz?" soruları geldi ama "Hayır" deyince kafalar iyice karıştı falan... Burada tekrar Turkiye'nin kanayan yarası olan "Bizler ve Onlar"  oyununa maruz kaldıktan sonra 100% sentetik feracelerimizle ve baş örtülerimizle alışverişimizi tamamladık. Unutmayın, ülke kurallarına göre herşey siyah olmalı. Başörtüsü desenli falan olmamalı. Tabii bizim alışverişin  sonucu içler acısı.  Çünkü öncelikle sıcak bir zamanda gidiyorsanız bu sentetikler adamı kavuruyor ve daha acıklısı kokutuyor. Üstünüzdeki bir pardösü değil, lokantaya, toplantıya girdiğinizde bunu çıkartamayacaksanız. Kısaca bu sizin oradaki kıyafetiniz, bunu düşünerek yatırım yapmakta yarar var.   Başörtüsünün kaymayan pamuklu  versiyonunu çantaya atmayı unutmayın. Eğer  cadde, çarşı gibi bir yere gidecekseniz  başınızdan kaymayan bu versiyona ihtiyacınız olacaktır.

Vize ise ayrı bir proses. Evli iseniz ve kocanızla seyahat etmiyorsanız noterden bir muvaffakatname alıp size vermesi gerekiyor. Tabi  havanın bini bir para bu arada :)  İşin acıklı tarafı ise  evli ve kırk yaşını aşmışsanız işler daha kolay. Kısaca işi  bitmiş kadın da denilebilir! Ama kırk yaş altı ve bekar bir kadın için  vize daha zorlu olabilir. Asla ve asla kadın olarak çok girişli bir vize beklemeyin, hac zamanı vize almaya kalkmayın  ve vizeniz için hep en az 15 günlük süre koyun. Çünkü kadınlar için onların Dış İşleri Bakanlığından yazı geliyor ve bu da çok uzun sürüyor, erkekler için bu yazı Ticaret Odalarından alındığından kısa. Kısaca ilk etaptan itibaren şu telkine yer vermenizde yarar var " Kadın olmayı her kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın seviyorum!". Çünkü bu bazen kötü hissettirebiliyor.

Uçaktan inerken abayanızı giymeniz lazım. Zaten THY hiç istemeye istemeye !!!! alkol servisini durduruyor Riyad'a uçarken.  Ülkede  alkolun adını dahi anmanız mümkün değil.  Yemeğin yanında benim gibi kola ve meyva suyu içmekten hoşlanmayan bir tipseniz alkolsüz birayı denemenizi tavsiye edebilirim. Ya da bol soda.  Dikkat edilecek diğer hususlar; Taksi yok, toplu taşıma yok,   sadece otellerin ayarladıkları arabalar var. Normalde  babanız, kocanız vs olmayan erkeklerle aynı arabada seyahat etmeniz kanuna aykırı. Ama  yabancılara bu konuda daha esnek davranıyorlar anladığım. Ve eğer otelde  kadınlı erkekli toplantı yapacaksanız ayarlanan toplantı odası için oradaki otele özel bir izin belgesi sunmanız gerekiyor. Eger orada yerel tanıdığınız ve bir şirket falan varsa onun sizin için yapması daha doğru olur. Haa bu arada atladım,  ülkeye girerken özel karşılama şirketlerinden yardım almanızda fayda var. Ozelikle  sadece kadın olarak giriş yapıyorsanız.

Sokaklarda kadın kadına dolaşamak doğal  ama yerel çarşılarda falan  üstünüze başınıza çok dikkatli olmanız gerekir.  Zira ahlak polis denilen Mutavva'dan azar işitebilirsiniz. Söylenen o ki sadece bağırmakla yetiniyorlarmış. Ehhh! biz de azarı yemeden gelmedik tabi.. Yoksa alışveriş merkezleri nispeten rahat.  Tüm tezgahtarlar (iç çamaşırı dükkanları hariç o da yakın zamana kadar erkekmiş.. . ne ikilem ama!) erkek. Çünkü kadınların  tezgahtarlık yapması yasak. Esasında çok az işte çalışabiliyorlar, öğretmenlik ve ebelik falan haricinde kadını çalışırken görmek mümkün değil.  Bu arada deneme kabinleri yok.  Alışveriş merkezinin içerisinde tek ortak ve korumalı bir kabin var Tabii metrelerce kuyrukta beklemekten hoşlanıyorsanız:)

Lobilerde aile ve erkek bölümleri ayrı. Kahvaltı salonları da. Eğer sabahleyin iş arkadaşınızla kahvaltıda görüşmek istiyorsanız aile bölümüne oturmanız lazım. Oteller nispeteden serbest olduğundan yanınızdakinin illaki akrabanız olmasını aramıyor, oysa kural bu ve akrabanız olması isteniyor.

Kadın hiç bir yerde, açık otoparkta dahi sigara içemiyor. Bunu yaparsanız sizi halk da çok ayıplıyor. Eğer çok tiryakiyseniz otel odanızı sigara içilebilen seçin. Zira bu ülkede halen mümkün.  Ve dönüşte, havaalanı çok kısıtlı. Zaten daha ziyade bol bol etrafta gördüğünüz  ve çalışan kesimi oluşturan, Pakistanlı, Bangladeşlilerle uçuyorsunuz..  Anladığım asillerin kullandığı başka bir havalimanı var. Duty free'den alırım  diye sakın  düşünmeyin hurma ve şekerleme hariç alabileceğiniz hiç bir şey bulamayacağınızı söylemek isterim.






Yemek içmek derseniz gayet güzel lokantalar bulmak mümkün. Ozelikle son sefer Al Faisaliah Oteli'nin içerisinde La Cucina  http://www.rosewoodhotels.com/en/alfaisaliahhotel/dining/la_cucina/
isimli İtalyan lokantasını  sunum açısından çok beğendim. Yemekler de gayet özenli pişirilmişti.
Bu arada aynı otelin terasında Il Terazzo  http://www.rosewoodhotels.com/en/alfaisaliahhotel/dining/il_terrazzo/  isimli bir Brezilya lokantası var. Hani sırasıyla şişte çeşitli versiyon etlerin servis edildiği lokantalardan. İşte burada da deve hatta daha acıklısı bebek deve eti yemeğini tattım.  Açıkçası baharatlı ve döner gibi sıkı bir etti. Ben de nedense aroması nedeniyle sucuk tadı bıraktı. Belki etin marinasyonuyla ilgilidir.

Çok fazla olmasa da oraya gittiğimde harika hanımlarla tanıştım. Pakistanlı oldukça donanımlı genç bir hanımın  yabancı bir kadın olarak yaşadığı zorlukları duymak dönüşte benim açıkçası şöyle düşünmemi sağladı " Halen aşılacak çok ayrımcılık ve çok baskı var benim ülkemde... Ama Türkiye'de çabalayan bir kadın için zor da olsa kendi hayatınının dizginlerini elinde tutma imkanı var. Hatta eğer biraz da büyük şehirde ve sizi okutmaya gönüllü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişsseniz ne ala ".Hatta daha da ileriye giderek arkadaşlarıma şöyle bile dedim doğruyu söylemek gerekirse "Biz bu ülkede Sultanlar gibiyiz".  Bu hak ve özgürlükler demetini kullanmak imkanına sahipken, herhangi bir baskı altında olmadan, kendi iradesiyle bunları kullanmayı reddeden kadınlarımıza şunu söylemek istedim bu seyahatlerden sonra "Başörtünün rengini kendin seçebildiğine  hiç şükretmek aklına geldi mi?" ve bunun için teşekkür edilecek tek ama tek bir insan var o da Atatürk..  Ve kadın haklarımız için savaş vermiş nice aydın kadınlarımıza minnettar olmamak elde değil. Biz acaba kızlarımızın geleceği için ne kadar savaşabiliyoruz? İşte bundan  çok emin değilim.

UMALİ/ OMALİ:

Umali ya da Omali orada yediğim ve herkesin bayıldığı bir tatlı çeşidi. Aslen Mısır orijinli bu tatlı bizzim güllaç misali Ramazan'ın en favori tatlısı. Yapımıda çok basit. Bana Lübnanlı bir arkadaşım bunun Ali'nin annesi demek olduğunu söyledi.. Valla onun yalancısıyım:)
  • 1 adet hazır pandispanya ( ya da isterseniz kruasanla da oluyor) 
  • 1/2 cup  kuru üzüm (bu Amerikaların yemekler için kullandıkları ölçü birimi. Her yerde bu ölçüler satılıyor artık... Ben de bu nedenle bu ölçüyü kullanmaktan çekinmedim açıkçası. Umarım ayıp etmedim. Daha detaylı bilgi isteyeneler http://allrecipes.com/howto/cup-to-gram-conversions/)  
  • 1/2  kıyılmış Antep fıstığı
  • 100 gr dolmalık fıstık
  • 4 cup süt
  • 1/2 cup hazır krema
  • 1 cup şeker
  • 2  tatlı kaşığı vanilya
  • 1 çay kaşığı tarçın ya da bir adet tarçın çubuğu 

  1. Önce pandispanya 6 parçaya bölüyorsunuz ve 200 derecede güzelce ustu çıtır oluncaya kadar ısıtıyorsunuz. Bu arada bir fırın kabını tereyağ ile yağlıyorsunuz.
  2. Herbir pandispanya parcasını ikiye bölüp fırın kbının tabanını bu parçalarla kaplıyorsunuz.
  3. Bu tabanın üstüne kuru üzüm dolmalık fıstık ve Antep fıstığını eşit şekilde serpiştiriyorsunuz. Öncesinde fıstıkları  bir tavada  hafifi kavurmak onları daha lezzetli yapacaktır.
  4. Süt, krema, şeker, vanilya  ve tarçını kaynatıyorsunuz. Tarçın çubuk ise dşarıya alıyorsunuz
  5. Bu sosu pandispanyanın üstüne dök ve 180 derece fırında 30 dk kadar, üsütü kahverengileşinceye kadar pişir.





  

21 Temmuz 2013 Pazar

Batılı Bozması Türk Annenin Arayış Marşı/ Kuru Etli Fusilli


Amy Chua'nın Kaplan Anne'nin Zafer Marşı kitabını elime  alıp okumaya başladığımda bana bir fenalık hissi basmaya başladı.  Kadın Çinli bir anne, ilk kızını piyanist, ikinci kızını ise keman virtüozü yapmaya çalışıyor. Çocuklar yetenekli ama Amerika'da dişiyle tırnağıyla yer edinmiş  bir ailenin hukukçu kızı olarak yükselmiş, belki biraz psikolojik olarak ezilmiş bu anne, kızların onbir yaşında en önemli yerlerde konser verebilecek düzeyde iyi birer sanatçı olabilmelerini bana sorarsanız takıntı haline getiriyor. Bu konuda da Amerika'lı yani batılı annelerle acaip dalga geçiyor ve kısaca benim anladığım şekliyle diyor ki; Batılı anneler çoçukları en küçük bir başarı elde ettiğinde mesela günde yarım saat piyano egzersizi yaptıklarında "Aman Yarabbim, ne harika bir şey yaptın!!"  diye yere göğe koyamazlar ama bu özgüveni tavana vuran çocuklar günün birinde hastalanan, yaşlanan anne babalarını bakmak için arkalarına bile dönüp bakmazlar. Oysa, doğulu annelerin sertlikleri çoçuklarının gelecekleri ve başarıları içindir amaçları kendilerinin ne kadar sevimli anneler olduklarını ispat etmek değildir. Her ne olursa olsun sonunda gene de doğulu aile birbirlerinden kopmaz ve yaşlılılar ilerde çoçuklarınden gerekli saygıyı görmeye ve bakılmaya devam ederler. Bu da esasında  yapılanların sonunda çocuklar tarafından takdir edildiğini gösterir.

Valla, değil günde yarım saat,  özel ders harici, haftada bir saat  piyano çalışsa kızım, ben mutlu oluyorum.  Yani light bir batılı anne olduğumu söyleyebiliriz. Belki de bu nedenle, ama bir yandan serde doğulu versiyon yetiştirilmiş olmanın verdiği gazla da,  Amy'nin yazdıkları ve yaşadıkları üzerine bayağı bir düşündüm. Canavar mı yoksa gerçekten fedakar bir anne mi diyerek. Çünkü esasında günde en az çocuklarına üç saat egzersiz yaptıran bu kadın, parçaları ezbere biliyor ve bizzat o saatler boyunca çoçukları kendi çalıştırıp başlarında duruyor. Bu arada en iyi hocaları  sürekli araştırıyor, çocukları gerekirse bu hocalar için şehirlerarası yollarda  getirip götürüyor ve bir yandan da kendi iş hayatına sürdürmeye çalışıyor. Esasında  kadın kendini bayağı bir zorluyor, koşuşturuyor. Sonunda küçük kız buna haddini bildiriyor ve daha az başarılı bir tenisçi oluyor vs.  Kısaca burada Amy kitabının bir çok yerinde ebeveynlerin kendi rahatları adına çocuklarını zorlamadıklarını söylüyor.

İşte benim kafam bu noktada karışıyor çünkü kendi rahatını bozmak adına çocuğunu oradan oraya sürükleyen bir sürü anne görüyorum. Hiç unutmam  İdil'i tenis okuluna yazdırırken özel ders aldırmak istedim. Kallavi, Rus veya eski Sovyet ülkeleri kökenli, bilemiyorum,  tenis hocası bana lisans mı aldıracaksın, turnuvalara mı sokacaksın dedi. Ben de "Yooo, o olursa olur ama benim amacım bir spor dalını severek yapmasıdır" deyince "Benim vaktimi almayın, bir sürü veli  var kapımda hepsi çocuklarını takımlara sokmak istiyor" dedi. O sırada kortta karşısındaki bit kadar velede beni dahi titreten bir ses tonuyla bağırarak raketi nasıl tutması gerektiğini söyledi ve ben oradan koşarak uzaklaştım. Benim kendi toplumumuzda gözlemlediğim anne rollerinde anneler kendileri yapamadıkları  şeyleri çocukları üzerinden başarmaya çalışıyorlar. Mesela spor yapmak iyi ama niye hepsini lisanslı yapmak isterler, bir enstrüman çalmak iyi ama niye hepsi konservatuar düzeyine gelmek, konser verecek düzeye gelmek zorunda.  Niye hepsinin stilli kayak bilmeleri gerekiyor? Niye hepsinin en azından mutlaka tenis oynamasını, voleyboldan çakmasını, olmadı iki de bale yapmasını ve hatta iyi parende atmasını istiyoruz? Çünkü bana sorarsanız bunların hiç birisi bize tepsiler içinde sunulmadı. Bunlardan birini dahi yapabilene biz kenardan şapka çıkartıyorduk. Onlar özeldi,
seçkindi. Sadece paradan değil, böyle bir şeyi ailelerimiz akıl dahi etmiyorlardı. Benim elime bir mandolin verdiler hocasından da, aletin kendisinden de ilk iki derste nefret ettim ve kaçtım. Tamam!  bu olay müzik kariyerimin sonu oldu. Kimse bana başka bir şey çalmak ister misin demedi? Uyduruk okul balesine girdim. Çıkışta beni kimse almaya gelmezdi, terime üstüme başıma sahip olamamışım,   bronşit oldum. Annem için bale artık anılmaması gereken sanat dalları arasına girdi.   En yapılabilen spor okulda ne varsa oydu bizim zamanımızda.  Galiba bu nedenle %50 miz folklorcuyduk :)  Bu uhdeler bugün bizi çocuklarımızı bu aktiviteler konusunda  bu kadar ciddi olmaya itmiştir bana sorarsanız. Haaa çocuk istiyor mu istemiyor mu meselesi? Ben ona da çok takılmıyorum çocuk bence hakikaten ne istediğini de bazen bilmiyor. Belirli konularda yetenekli görülen çocukları belki de disipline sokmak için çabalanabilir. Ama hepsi mi yeteneklidir kardeşim? Ve daha da acıklısı bir çok annenin bugün bu lisans, takım takıntısının altında başka bir gerçek daha yatıyor o da çocukların esasında burs alabilmesini sağlamak. Eeeee bugün bir  ilkokulun herhangi bir seviyesine   kemiksiz   kırk bin lira ödüyorsanız ve bu her sene en az %10 zam görüyorsa ben en sonunda kadınların eline kırbaç almasını bile beklerim.   Kısaca Amy'nin itici gücü, hırsı ve doğulu kızlarının Amerika'da gerçekten var olan yetenekleriyle daha da ön plana çıkmasıysa bizim ki de kendi uhdelerimiz ve en basitinden  maddi korkularımız. Ve ben halen neyin doğru olduğunu ve çocuk için hangisinin en iyi yol olduğunu bulamadım desem!  Bazen beş senedir alınan piyano dersine bakıyorum, peki sonuç? Ya da bir sonuç olmalı mı? Amaç sadece hayatımızda gerektiğinde 15 dk. farklı bir şeyle uğraşmak  yetisine sahip olabilmek değil mi? Yok ya da mutlaka bir hedef mi olmalı? Ben hedefe değil sürece inanlardanım galiba. Ama bu sene Amy'den aldığım feyzle bazı konularda yumruğumu masaya koymadım değil! Bu sene  tenis öyle veya böyle oynanacak ( haftada bir ! Peeeehhhh, bak, bak anneye bak:) ve bizim seçtiğimiz doğru bildiğimiz yaz kamplarına gidilecek.  İşte benden ancak bu kadar doğulu anne oldu :)

Benim cumaları makarna yapmadığımı ve bu nedenle tarif  vermediğimi sananlara bu hafta en sevdiğim kuru etli fusilli

Kuru Etli  Fusilli


1 adet küçük soğan ( küçük küpler halinde kesilmiş)
1 kutu doğranmış domates yada 4 tane kadar taze domates
5 diş sarımsak
2 adet kesme şeker
1 paket kurutulmuş et (bir çok şarküteri markasının var artık)
2 çorba kaşığı kapari  turşusu
1 paket Fusilli ( ben tam buğdaydan üretilmiş Barilla'nın Integrale'yi tercih ediyorum veya başka bu tip bir makarna olabilir. Glisemik indeksinizi tavana vurdurmaz :)

Sosu
Soğanı 4  yemek kaşığı zeytinyağında pembeleştirin sonra doğranmış sarımsağı ekleyin ve çok kısa bir süre içerisinde sonra domatesi ekleyin ve domatesi kısık ateşte uzun süre ve evde patates püresi yapmak için kullandığınız ezici ile zaman zaman ezerek, karıştırarak pişirin. (Şekeri arada eklemeyi unutmayın.)Ya da en sonunda domates sosunu iki dk.  el blender'ın dan geçirin. Bu patates püresi  ezicisinin hikmeti büyüktür. Çünkü kabukları sosun içerisinde tutarak, rendeleme operasyonuna girmeden çok iyi bir  domates püresi elde etmenizi sağlar. Domates ekstradan sulanmaz tam İtalyanların ki gibi kıvamlı bir hal alır. Ne zamanki fokurdamalar artar  o zaman içerisine kuru etlerinizi atarsınız. Eğer domatesleriniz istenilen performansı vermeyip çok susuz kaldılarsa o zaman makarna haşlama suyundan 1 kepçe ilave edebilirsiniz. Nişastalı olan bu su sosunuza ayrıca parlaklık verecektir. Kuru etleri öncesinde yağda kavurmayın. Çünkü onlar yağlı değiller çok kururlar. Oysa ki direkt atınca domates sosunu içlerine çekiyorlar. 5 dk.  pişmeden sonra kaparilerinizi ekleyin.

Bu sosa tuz koymayın etler sonuçta  şarküteri ve bu nedenle işlem görmüş ve tuzlu .. Eh aynı şekilde kapari turşusu da tuzlu.. bu nedenle tuza gerek yok tabii evdekilerin tansiyonunu zıplatmak gibi bir amacınız yoksa :)

Fusullileri hafif tuzlu suda 13 dk kadar haşlayın (suya zeytinyağı dökmeyin karıştırın yoksa makarna sosu emmez). Sonra süzün. Zinhar soğuk suya sokmayın!. Derhal altı kısık tencerede sosunuzu ilave ederek 3-4 d kadar karıştırın. Sosu iyice emsin. Bunu esasında en güzel büyükçene bir wok'ta yapabilirsiniz. En güzel sosu sallaya sallaya öyle emiyor. Tabii görüntü de havalı.. Ama bu ben değilim,  Jamie :)


10 Şubat 2013 Pazar

41'in ardından /NACHOS



2012'nin son pastası. Foodie bu konuda hakikkaten başarılı..
Güzel dileklerimizi sunduk 2013'e .
Yaş artık 41 olduğundan mıdır yoksa bana biraz depresif bir ruh  hali çöktüğünden mi bilinmez ama bir tembelliktir gidiyor. Elime her bilgisayarı aldığımda yarım yarım bir şeyler yazıyor bırakıyorum blogumda. Oysa ki, yeni bir sene geldi ve yeni bir yaş bizi içeriye buyur etti. Yani benim klasik sorgulama dönemim.. Ne olduk, niye olduk? Bu "alınması gereken dersler"  seansları bazıları için çılgınca ama benim için vazgeçilmez.  2012 lanetli miydi? Gelecek bizi yiyecek miydi? Karanlığa mı girecektik? Ay, ne oluyor? derken , semboller üzerine çalışan  bilim adamının seminerinde   dediği gibi "Eğer bir şeylerin olması özellikle belirli zamanda bekleniliyorsa bilin ki bu kadar çok ortalığa dökülmüş bir tarihte bir şey olmayacaktır. 2012 bir şeylerin olma yılı değil, bir şeylerin değişmeye başladığı yıl. Esas olacak olan varsa onu bilen yok veya henüz çözen yok"

Aile nin yenı yıl kutlamasından.. Ada kurabiye servisi Sibel'den
Ben de aynen katılıyorum benim için 2012 ve 40. yaşım  bana değişimin başladığının işaretlerini verdi. Sanki bir nevi ayrışma senesiydi. İşte çıkarılan sonuç ve alınması gereken derslere dair ufak bir özet;
1- Geçtimiz yıl bana adeta yana yakıla şu mesajı verdi "Sakın kimseye olduğundan fazla değer yükleme".  Bu ilk etapta anlaşıldığı gibi "Ez kafalarını gitsin!",  "Ne kadar düşmüş muamelesi yaparsan o kadar kıymete binersin!" meselesi falan değil. Haşa..  Ama şunu  öğrenmemde artık fayda var diye düşünüyorum esasında bazen  öyle veya böyle çeşitli ilişkiler içerisinde olduğumuz insanlarla aramız iyi olsun, etraf taraf güllük gülistanlık olsun derken belki de bir baskı  yaratıyoruz.
"Ben iyiyim sen de iyi ol"... Değil! Bırak arkadaşım!, sevgin de, ilişkin de su gibi aksın yolunu kendi bulsun. Kimseyi sevginle, hoşgörünle, tolaranslarınla,"Aman aman! çok şeker" tanımlamalarıyla  yük altına sokma! Eeeee,  ezilen en büyük zalim olur derler. Benim dersim kimseye olduğundan fazla değer yükleyerek ezmemek lazım geldiği. Zira bir zalimle karşı karşıya kalabilirsiniz. En küçüğünden en büyüğüne..
2- Endişelendin mi, aksiyon alınmasının gerektiğini mi düşünüyorsun, sakın ertemele. Aksiyonun sonucu iyi de olabilir kötü de.. Kararlarından sen sorumlusun, tabii ki iyi planla üzerinde gerekirse düşün ama sakın aylarca, yıllarca erteleme.  Uzattığın şey bil ki senin endişelilik halin. Yoksa kalp sesin dikkatini bir yerelere çekmişse mutlaka doğrudur. Ya yapabileceğini yap ya da elinden bir şey gelmiyorsa durumu kabul etmek ve olayı hayatın akşına bırakmak için gerekirse üç takla, sekiz amut, iki nefes... kendini deşarj etmenin çözümünü bul,  ama takılma ne o olay, ne o şey, ne o kimse sen değil, sen istemediğin sürece hayatının bir parçası değil... Sen yürümeye devam et. (Johnnie Walker sloganı gibi oldu "Keep Walking") 

Şile'deki Lavanda otelde  veda partileri toplantıları yaptık kız kıza sene sonu.
Nefis bir otel!
3- Hayatta büyük darbeler almış olduğunu düşünen ve belki de gerçekten öyle olan insanlarla, gez, toz istersen arada ye, iç, kalbini aç, onun dinleyeni ol, her neyse... Ama bana kalırsa sakın ortak çıkar ilişkisine girme. Gene aynı yere gelecek ama,  hayatın karşında ezilmiş olanların bir yerlerde çok zalim ve bencil bir yanları çıkabiliyor. "Ben o kadar çok acı çektim ki bu hayatta artık sadece ben ve benim isteklerim var" derler onlar.. Haklıdırlar da... Esasında hep ve en önemli olan kendimiziz. Ama bizim kendimizi gözetmemiz sırasında yarattığımız sınırlar ya da sınırsızlıklar var ya işte onların dozu kaçarsa buna karşı oluşan tepkiler gene bize geri dönecektir. Esasında bir bütünün parçası olduğumuzu unutmadan dengeyi korumak zaten gerçek hayat meziyeti değil mi? Bu nedenle " sadece ben varım" diyen bir insanla herhangi bir ortak çıkarı yönetmeye çalışmak tabii ki çok zor.  Böyle bir ilişkinin içersine  bilmeden istemeden mi düştün, gördüğün anda sınırlarını net olarak ortaya koy.. Bil ki karşındakinin gözü yeri geldiğinde değil seni, babasını, çocuğunu görmeyecektir. Kötülükten cart curttan değil.. Adam yaşam savaşı veriyor kendi içerisinde ve o yanmış kendince... Sen kimsin ki?

4- Ve son ders: Bu derslerin hepsi seneye kendi kendini imha edebilir :) İnsanoğlu bugün doğru bildiğini yarın "pek de değilmiş" diyiverir, diyiveririz... Hayat, doğrularla yanlışlar arasında yaşanan bir gelgit değil mi zaten :)


İşte bu seneninin kıssadan hissleri bundan ibaret! Tüm bu laflamaların üstüne bol bahatarlı bir Nachos iyi gider dedim. Bir gün üşenmeyip bize yaptığı nachos'un tarifini gönderen Sevgili Selma'nın  denemesi. Ben nachos çok severim benim diğer dadaşlar da sever.. Hatta kendimize kıyak çekmek istediğimiz öğlenlerde bir nachos söyleriz Kitchenette'te ama en güzeli Num Num'da haberiniz olsun.. Tabii ki Selma'yı ziyarete gitmek de ayrı bir seçenek olabilir :)
                                         
NACHOS
6 kisi icin aşağıdakinin yarısını yapiyorum..
                     2 torba mısır cipsi/nachos

salsa sosu

4 adet orta boy domates
1 adet jalapeno biberi-ince doğranmış
1 küçük soğan,ince doğranmış
1/4 bardak kadar Maydanoz
Tuz

kıymalı sos

1 yemek kaşığı z.yağı
400 gr kıyma
2 diş sarmısak
1 küçük soğan-ince doğranmış
1 adet jalapeno biberi-ince doğranmış(konserve olabilir)
1 tatlı kaşığı tuz
1 1/2 çay kaşığı toz biber
Biraz kimyon
2 çay kaşığı acı pul biber
Isteğe göre; 1 kutu meksika fasulyesi(konserve)

peynirli sos

2 kaşık tereyağı
2 kaşık un
2 bardak süt
300gr kadar rende cheddar/taze kaşar peynir
Mısır cipslerini büyük bir kase/tepsiye boşaltın
Salsa sos malzemelerini bir kasede karıştırın Fasulye hariç diğer malzemelerle Kıymalı sosu 5 dk pişir, fasulyeleri ekle. Ocağın altını kıs. 
Sos tenceresinde tereyağını erit. Unu ekle 1-2 dk pişir, sütü ekle. Karışım kaynamaya başlayınca peyniri ekle tahta kaşıkla karıştır. Ateşten al. 3 dk kadar bekle biraz ılınsın. Nachosların üzerine kıymayı onun üzerine de peynirli sosu dök.  
               
Ben firin izgarasini onceden acip ısınınca nachoslari 5 dk kadar kizartiyorum.. Afiyetle..