Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

23 Ekim 2011 Pazar

I amsterdam


 Neden bilmem ( belki de bilirim ama söylemem),   son dönemde anda olmak veya belki de bir başka deyişle anı  hissederek yaşamak gibi bir takıntım var.  (Daha öncede dile  getirdiğim üzere...)Günlük hayatın akışı içerisinde bunu yakalamak daha zor oluyor. Bu nedenle üç gün önce işte öğlen ne yediğimi hatırlamamak bana o kadar dokunmuyor ama  geçtiğim tatilimde veya bir önceki yıl başında veya doğum günümde ne yaptığımı  hatırlayamamak beni fena bozuyor. Bu nedenle gittiğim tatillerde, yeni şehirlerde  belki bir rüzgar veya  bir koku sayesinde durup "Ben burdayım" diyorum zihnimle. Ve bunu yaptığımda mutlaka o an, ya gene bir rüzgarla, ya da kokuyla veya nesneyle bana geri dönüyor. O şehirde o anda hissttiğim duygular uyanıveriyor. Bu da çok hoşuma gidiyor.  Amsterdam'da "anı hissetmek" hiç zor olmadı. Dokusu çok farklı bir şehir.  Yamuk ama pasta gibi evleri, kanalları, sokaklarda zaman zaman insanın burnuna gelen keskin  mariuana kokusu,  beklenmedik bir anda yanında bitiveren hızlı bisikletliler,  rengarenk çiçekleri hakkaten farklı duygular yaşatıyor insana.  Gitmeden önce çok çalıştık, oturup Google map'te tek tek gitmek istediğimiz yerleri işaretledik. Hava da öyle güzeldi ki, oturdugumuz her kafede garsonlar biz ne kadar şanlı olduğumuzu hatırlatıp durdu. Hakkaten şehir adeta bize göz kırptı.


Cafe Amsterdam
 Benim favori yerlerim Antikacıların bulunduğu cadde, ve Jordan bölgesi oldu.Ve kuşkusuz Van Gogh müzesi ( önceden  internetten bilet almak şart). Bir adam sadece 9-10 senelik ressam olup dünyaya böylesine sayıda eser bırabilir mi? Van Gogh resim yapmaya oldukça geç karar vermiş. Azmi hastalığından mı yoksa  böylesine çalışan beyin en sonun da kendini hasta mı eder? bir türlü karar veremedim. Sonu çok hazin.

Amsterdam'ın her tarafı old town. Hani "Bir old town'a ineyim" olayı yok.. Tabii şehir merkezine yakın kalıyorsanız. Biz NH Doelen  otelinde kaldık. Heryere yürüyerek dahi çok yakındı.  Bina dışarıdan eski ve pek havalı ama sakın kanala bakan ve en üst kattaki odalarda kalmaya kalkmayın. Benim gibi bütün gece kanala düşen adam kabusları görürsünüz. Çünkü  çok gürültülü, insanlar içmece ve bol bol bağırmaca...

İlk gece  Amsterdam'lı avukat arkadaşımın tavsiye ettiği Cafe Restuarant Amsterdam'a ( http://www.cradam.nl/ )  gittik. Biraz şehrin dışında. Kocaman bir deniz ürünleri tabağıi deniz kokan mis gibi istridyeler. Chablis desen zaten neredeyse  su parasına. Pek keyifli ve makul fiyatlıydı. Eski bir santral binasına kurulmuş kocaman bir lokanta.

Envy

İkinci gece  ise Envy isimli Michelin ödüllü bir lokantaya gittik.   Valla gruptan gelen sinyaller pek olumlu olmadı. Benim için ise  farklı bir deneyim oldu. Klasik bir kova burcu olarak yeni şeyler denemeye pek meraklı olduğumdan Dutch aksanlı garson kızların yaklaşık üç saniye içerisinde  anlattıkları İngilizce içeriklerden bir şey anlamayıp sırasıyla gelen küçük  tadımlıklardan oluşan menüdeki her bir yemeği keşvetmeye çalışmak bana pek oyuncul geldi. Sonrasındaki et ve balık ise  tamamen abartısız ve sade tabaklardı. Kısaca ben beğendim.  Et çok çiğ olsa da.Amerikalı olup onu pişittirmek lazımdı. Ama hiç birimiz yapamadık. Utangaç Türkler!

Çok hoşta bir peynirci bulduk  De Kaaskamer.
http://www.kaaskamer.nl/locatie_en_openingstijden.php?l=nl
Hollanda dan alıncak en güzel şey bence.
 
Bu tatilden iki dersle geri döndüm:
 
1- Her bit pazarını Portabello zannetme. Kadıköy' deki Rus pazarı da bit pazarıydı.
2- Bir arajmanda sakın kendini ikincil plana itme. Seni senden başka  kimsenin düşünmesini beklemek başkalarına da haksızlık.
Dersler Amsterdam tecrübemin acıklı olduğuna delalet edebilir. Ama değil, çok güzeldi. Özellikle yüzyıllık dostumla güneşin alnında, tapas barın kaldırım üstündeki küçücük masası başında ( http://www.tapasbarcatala.com/ ) kadeh tokuşturma halimiz, işte anın ta kendisi olarak kalacak bende..
Açılan kanal köprüleri

8 Ekim 2011 Cumartesi

ŞEBNEM FERAH/ FAVA


Kendisini 80'li yılların sonunda belki de 90'lı yılların başında Ortaköy'deki  Sis'de  sahne alışlarıyla hatırlıyorum.. Ama yalan olmasın ben bu tarih hatıırlama meselelerinde kötüyüm. Bildiğim odur ki, Şebnem'e de, o zaman ki  grubuVolvox'a da pek önem vermediğimdir. Rock seviyordum ama galiba Volvox beni pek açmamıştı. Tamamen kızlardan oluşan bir topluluk olması ben de her ne kadar bir artı puan oluştursa da gerisi pek gelemedi galiba. Sonra Şebnem büyüdü, biz büyüdük ve bir noktada benzeştik ve kesiştik. Onu sadece  sesi güzel bir  şarkıcı değil bunun ötesinde bir şair, bir ozan olarak görmeye başladım. Bülent Ersoy'un bir hikayesini duymuştum; Bülent  Hanım 80'li yıllarda stüdyoya giriyor ve stüdyodaki  adamlardan biri kendisine sürekli veyanlışlıkla "Bülent Bey!" diye hitap edip duruyor. Buna çok bozulan Bülent Hn "Kürkümünü getirin, okumiyciiim" diyor.. İşte böyle bir kavram var benim gözümde de... Şarkı söyleyenler ve okuyanlar. Şebnem  söylemiyor, okuyor. Pavarotti de söylemiyor okuyordu Bu da onun gibi bir şey... Yazdığını okumak ise  çok ayrı.. Kalbinizden gelen sözleri dışarı vurabilceğiniz bir sesiniz olduğunu düşünün... Ahhh ne içten bir haykırış...  Herkese nasip olmuyor haliylen. 16 Eylül Cumartesi akşamı ailecek Şebnem'in konserine gittik. Hepimiz bir ağızdan şarkılarını söyledik.  Fakat komik olan bir sahnede her daim yangın çıkar mı? İşte bizde çıkar.. Dekorasyon amacıyla konulan mumların sahnede tutuşturmadığı şey kalmadı.. İki de bir sahneye çıkan görevliler tutuşan kısmı söndürmeyi akıl ettiler de tüm mumları söndürmeyi akıl edemediler. "Dans pisti" şarkısında geleneksel olduğu üzere  Şebnem  seyircilerden birini dansa davet etti. Gelen genç,  bence komiklik olsun diye belki de biraz heyecandan,  dansın sonunda Şebnem'in elini öptü ve sonra da alnına koydu.. Ve tabii konserin sonuna kadar çeşitli zamanlarda da zılgıtı yedi; "Aşk hayatının bundan sonra iyi gitmesini istemiyorsan hiç bir kadınının elini alnına koyma" dedi haklı olarak Şebnem ama en kibar, en samimi ve en güzel Türkçeyle.. Diksiyonu harika, tane tane...Ben üzüldüm garibana... Galiba komikliklerimizin sonuçlarını iyi öngörebilmemiz lazım. Ben de yapıyorum aynı şeyi bazen. Komik olmak adına...

Tüm bunların Fava ile ne ilgisi var diyeceksiniz. Valla yok. Sadece Thassos ile ilgili yazım çok uzun olduğundan istediğim ve yaz bitmeden -ki şu anda sanki yazın son akşamını yaşamaktayım, açık havada geçirebildiğim belki de son akşam- mutlaka fava tarifini nedense vermek istedim. Ufak bir ayrıntı Yunanlılar favayı ılık ve daha lapa kıvamında ikram ediyorlar. Üzerine, çoban salatası veya yanına soğan, zeytin , kekik  ile servis  ediyorlar. Bu arada fava tarifininin çok benzerini sarı mercimeğe uygulayabiliyorlar veya  bakla favasının içine biraz sarı  mercimek ekliyebiliyorlar.

Ben favayı çok sonra öğrenenlerdenim. İstek üzerine....Tarif kayınvalideme ait. Eee, haliylen istek insanın eşine ait olunca tarifi vercek mercii de baştan belli olmuş oluyor.

FAVA:

1 büyük bardak ( belki de kahve kupası) kuru bakla iyi yıkanmış ve süzülmüş
1 adet iri kuru soğan ( pembe ya da beyaz)
1  kahve kaşığı tuz
 5 adet kesme şeker


Selanik'ten fava esintileri

Soğan küp küp kesilerek   bir çorba kaşığı zeytinyağında  kavrulur ( kapağı kapatmayı unutmadan) sonra baklalar eklenir onlar da biraz çevrilir. Sonra üstü örtülecek kadar su, tuz, ve şekerler eklenir. Arada sırada karıştırılarak tüm baklalar eriyinciye kadar pişirilir. Gerekirse arada su ilave edilir. İyi favanın sırrının hafif altının tutturulması olduğu tiyosu verildi bana. Eğer pütürlü bir hal aldıysa hemen el  blender'ı devreye sokulur hafif ıslatılmış servis tabağına ılık ve likitken dökülür. Sonra da buzdolabına.. Ben bu yaz ilk defa küçük kaselerde servis ettim. Hem de tatlı kaşığyla.. Üstüne taze değil kurumuş dereotu koymayı tercih ederim.  Can benim değil mi? Ama bu sefer taze biberiye dalları diktim. Daha ziyade dekoratif amaçlı. Fena da olmadı ama. Yapılan buysa söylenen de bu olmalı değil mi?